Kendi hayatımızla ilgili sıradan olaylar; farklı dimağlardaki realiteyi algılayış biçimi ve kişisel imgelemlerin benzersiz ritmiyle alışılmadık bir sanat eserine nasıl dönüşebilir? Aheste aheste giden bir at arabasında; etrafa saldığı nahoş kokulardan çürümeye başladığı anlaşılan; cılız bir bedenin peşi sıra yol alan bir süreğen dram.Tepesinde kallavi akbabaların dönüp durduğu,talihsiz bir kafilenin acıklı hikayesi.Bir ölümden yola çıkıp, çeşitli karakterlerin anlatımıyla tamamlanan hikaye; yazarın bilinç akışı tekniğindeki benzersiz retoriği ile renkleniyor, ve bu yorucu anlatım okuyuca edebi bir ziyafet sunuyor.
Vefat eden annelerini (kendi vasiyeti üzerine) doğduğu topraklara defnetmek üzere yola çıkaran bir ailenin başından geçen talihsiz olaylar silsilesi, on beş farklı karakterin ağzından naklediliyor.Aynı manzaraya bakan köhne bir binanın farklı pencerelerindeki yansımayı andıran bu anlatım; Amerika’nın Güney eyaletlerindeki yoksul halkın kanıyla yoğrulmuş bir halita, ya da acının yeryüzündeki boğuk izi kadar eski bir ağıt.Bununla birlikte eserde kadın olmanın, birey olmanın, köy ve kent ikileminin, sevginin ve aile kavramlarının da kararlı bir şekilde altını kazıyor Sevgili Faulkner.Bu kadar sade bir üslupla böylesine cerbezeli bir anlatıma haiz olmak Nobel ödülüyle tasdiklenmiş bir yirminci yüzyıl laneti olsa gerek, okuyucunun üzerine yağan.Faulkner’ın cümleleri Zeus’un şimşekleri gibi apansız düşüyor korunaksız zihinlerimizin çatısına.Hepsi birer sessiz infilak!