Zweig’ın okuduğum ilk kitabı, yazarına o günden bu yana hayranlığım ve sonsuz bağlılığımın ilk zinciriydi. Zweig’un kendine has üslubu, derin tahlilleriyle yarattığı karakterler, zaman ve mekan uyumuyla romanlarında sarhoş olmamak imkansız. Zweig’ın hem özel hayatı hem de eserleri ona olan hayranlığımın sebeplerinden biri. Zweig’ın, eserleri hayatın hangi kıyısında, hangi dalgasıyla savaşıyorsan savaş umut ışığı yaktığı ve umudun hiç sönmeyeceğini anlattığına yemin edebilirim. Zweig’ın hümanist karakteri eserlerine belki de bu yönünden ilham vermiştir. Zweig’ın umut dolu, hayat ışığı verdiği kalemi aynı ışığı onunla paylaşmadı, hümanist karakteri Nazi katliamına daha fazla dayanamadı ve 2.eşi ile intihar etti. O umut dolu kalem ona umut aşılamaya belki de yetmedi. O umut dolu kalem binlerce insana umut olurken, o kalem sahibine umut olmadı. Hayat dedikleri bu olsa gerek. Zweig’ın öldüğünü düşünmüyorum, çünkü kalemi halen yaşıyor. Varlığı bana halen umut aşıladığı gerçeğini değiştirmiyor. Ve son mektubunda da yazdığı notla da ışığını yaymaya devam ediyor.
“ Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızılllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”
~Yeni doğacak güneşi görmeye gücüm kalmadı, ama siz mutlaka yeni doğacak güneşi bekleyin.