Reklam, içimizde yatan doğal bir zevk açlığını işleyerek girişir işe. Ne var ki gerçek zevk nesnesinin aslını sunamaz bize: o zevkin aynı olan, o zevkin yerini tutabilecek ölçüde doyurucu başka bir şey yoktur. Reklamcılık, uzak bir denizde yüzmenin zevkini ne denli inandırıcı gösterirse, seyirci-alıcı, o denizden kilometrelerce uzak olduğunun o denli bilincine varacak, o denizde yüzme olanağının o denli az olduğunu anlayacaktır. İşte bunun içindir ki reklam, alıcıya sunduğu ürün ya da olanağı gerçekten gösteremez; alıcı da daha tatmamış olmalıdır bunları. Reklam hiçbir zaman bilinen bir zevkin alıcıya yeniden tattırılması olamaz. Reklam hep gelecekteki alıcıya seslenmek zorundadır. Alıcıya satmaya çalıştığı ürünle ya da olanakla çekicilik kazanmış olan kendi imgesini yansıtır. Bu imgeyle alıcıda, kendisinin gelecekte olabileceği durumu özleten bir kıskançlık uyandırır. Bu kıskanılası Ben’i yaratan nedir öyleyse? Başkalarının duyduğu kıskançlıktır elbette.
Ne zamandır tanışmak istediğim yazar ile nihayet şiir kitabıyla tanıştık!
Korkmadan ülküsünü bağıran, çekinmeden akıl ve kalbindekileri dizelere döken bir
Caner Kara gördüm; yalamıyor, kıvırmıyor, dönmüyor, şaşmıyor, sapmıyor… Atsızın izinden, genç Atsızlardan biri!
Türkçü Turancılar Derneği genel başkanı, Ötüken dergisi imtiyaz sahibi, dava adamı..
İnandığı değerlere bu denli sahip çıkan insanları görünce, yoldaşını bırakıp dönmeyen insanlara dair umutlarım artıyor.
Kitaba dönecek olursam; sanki bir
Hüseyin Nihal Atsız romanlarında geziniyor gibiydim. Onun kadar cesurdu her bir dizesi! Okurken bozkurt oldum dirildim, Selim Pusat oldum sorguya çekildim.
Tanrı Dağı’nda görüşmek dileğiyle, kutlu insan.