Hiçbir reformunu yapmamış toplumumuzun derebeylik döneminden kalma kurallarla üretim ilişkilerini sürdürüp çağdaş uygarlık düzeyine yükselişini düşleriz. Medrese kültürüyle ağır endüstriye girmeye kalkıştığımız gibi.
Hayır,
Maksim Gorki hayır..
Hayır ihtiyar usta
bu hususta
hemfikir degiliz...
Lenin senin
gözlerinde :
ruhu keskin azabın çarmıhına gerilen
zaman zaman dirilen
ak gömlegi kanlı bir ölü.
"Balıgın pullarla örtüldügü" gibi kelimelerle örtülü...
Sen
görüyorsun onu bazen
el yazma bir Incil sayfasında. Ve bazen
ufuklarında sarı nakışlı kızıl çizmeler gezen
Ural akşamlarının arkasında...
Birden kolumdan çıktı, iki elleriyle boynuma sarıldı, ellerini ensemde kenetledi. Ayaklarının burnuna basarak yükselmek istiyor, başaramıyordu. İki elimle belinden yakalayıp kaldırdım yukarıya. Dudaklarımız bir hizaya gelmişti artık. Öpebilmek için hiçbir engel kalmamıştı. Ama nasıl olurdu, körpecik bir kızı bir veremlinin öpmesi? Üstelik, durumu üç gün önce laboratuarda belgelenmiş bir hasta olarak...
Geçirdiğim duraklamanın nedenini anlamışa hiç benzemiyordu.
"Hadi!" diyordu, "öpsene beni!"
Başımı birden kaldırınca saçları dudaklarımın hizasına gelmişti. Çenemi saçlarına bastırıp bir süre kaldım. Titriyordu bütün vücudu. Kenetlediği ellerini ensemden indirdi. Belime sarılıp başını göğsüme yapıştırdı. Yüzünü, daha da göğsümün sıcaklığıyla ısıtmak için, paltomun düğmelerini açtı. Yeniden sarıldı bana. Paltomun iki kanadını üstüne örtmüştüm, onu ısıtmak için...
Günaydın Deme Sanatı
Gün aydı da, sen aydın mı arıyorsun Ahmet Abi? Arama! İşte buradalar, oturmuşlar ikisi bir masaya. Gülümseyen adam, Rıfat Ilgaz... Gözlüklü olan, Edip Cansever... Memleketin hâli gibiler Ahmet Abi! Gülen ayva, ağlayan nar gibiler. Tam tamına bizim gibiler, halkın ta kendisi gibiler. Ağlarken güler, gülerken ağlar gibiler. “Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir,” değil mi Ahmet Abi? Oturmuşlar ya, Rıfat Hoca masaya bir sarı yazma serecek birazdan, sonra koyacak Rukiye’nin saçından bir tutam, mum satan bir baba, birkaç hastane odası, bayrağını çekmiş bir vapur...
Edip Cansever koyacak Funda Oteli’ni, bezik oynayan kadınları, yer çekimli karanfili masanın tam ortasına... Rıfat Hoca kalır mı aşağı, o da dökecek Hababam Sınıfı'nı masaya tek tek. Ama sanma ki bu kadar! Edip Cansever avucunda bir gül döndürecek ve koyacak masaya ilk yaz şikâyetçilerini... Dudaklarını bilen, öpülmeyi bilmeyen bir kadını... Gelinciğin ikinci tadına benzeyen bir sevdayı... Malatya kokan bir istasyonu... Antep’in kırmızı düzlüğünü...
- Akgün Akova, Günaydın Deme Sanatı (syf.180-181)
Bilsem ki,
Bilsem ki kimsenin parmağı yok,
Bu sürüp giden işkencede.
Kılım bile kıpırdamadan bir sabah
Çekerdim darağacına kendimi.
Bilsem ki suç bende!
Bizim elektrikçi Muzaffer gibi olmalıydı kişi, böyle günlerde... Yapacak hiçbir iş olmasa bile, işi kendisi yaratmalıydı. Dolmabahçe Stadyumu’nun elektrik donanımını yapan Muzaffer, işini bitirdiği gün resmen işsiz kalmış, yüzlerce kilo biber satın alıp turşuculuğa başlamıştı. Ben o kadar becerikli değildim. Ayrıca ülkemizde de ufak ayrımlar vardı. Ben her işi yapmasına yapardım ama, işin içinde biraz mürekkep kokusu olmalıydı. Basımevlerinin mürekkep kokusu defne esansı gibi geliyordu bana.