Onu hayata bağlayan bağlar, her saniye bir parça daha gevşiyor; ayaklarının altında topraklar, sanki yavaş yavaş kayarak onu yavaş yavaş mezarına indiriyordu.
"Kahpe değil benim annem!" diye çığlık çığlığa küçük odaya koştu, ardından hızla çarpan tahta oda kapısının zangırdayan eğreti camının sesi, evin köhnemiş ve yorgun, ahşap böğrüne yırtarcasına saplanmıştı.
Mehtap, küçük kızın arkasından öylece bakakalmıştı, içindeki öfkeyi, hayal kırıklığını, savunmasızlığı, muhtaçlığı bir o görüyordu sanki. Kapı camı âdeta tuz-buz olup da evin böğrüyle birlikte, onun kalbine saplanmıştı acımasızca.
… ben ümit kelimesinin aynı zamanda korku ifade ettiğini düşünürüm. Çünkü ümit, olması ve olmaması ihtimali olan bir şeyin, olacağını farz etmektir. Fakat böyle bir faraziye o şeyin olmaması korkusu devam ettikçe mümkündür ve o korku nisbetinde kuvvetlidir.
“Hangi dala tutunduysam kırıldı,” diyor Metin. Zavallı Metin. Tutunmak nedir, nasıldır, onu bilmiyor. Dal kırılmaz Metin. İnsan gözlerini açar sadece. Gözlerini açınca da düşer. En mesut insanlar gözlerini açmak için ölmeyi bekleyenlerdir.
Aşkı sadece şarkılardan duydum. O şarkılar ki hem çok seven sevilen hem de acı çekenlerin şarkıları…
Acı çekme kısmında bir sorunum yoktu rahmetli kocalarımın epey dayaklarını yedim. Acıyı meslek edindim eyvallah ama sevme sevilme konusunda eksiktim.
Sevgi gibi kutsal kelime, yalnız senle düştü dilime
Ölmek yetmez senin uğruna, sense hâlâ anlayamadın
(Arabesk Serap isimli öyküden)
Yaradan’ın nefesi örter aklı, aklın içinde milyon kapı. İnsanlar delirmesin diye o kapıların bazısı kapalıdır. Akıl kendi kendine düşünürken o kapıyı açmamak gerek. Çok derin bir rüyadan bir nefeste geri gelemezsin, tutulur kalırsın geldiğin kuyuların birinde.
nâzım’ı hiç görmedim ben
o çıktı ben girdim içeri
gördüm toprağını o acı gülün
o kuş ancak o bahçelerde
nesini anlatayım ben özgürlüğün
gün olur zincire vurulmaktır özgürlük
gün olur
göğsünü gere gere
ıslık çalmak caddede
“Niçin ruhumuzun asla ısınamadığı kalıplarda kalmaya mecburuz? Bir insana bundan daha büyük bir işkence olur mu?”
1 Temmuz 1934 tarihini attığı mektubunda, iki gözü Ayşe’sine yazmayı sürdürüyordu Sabahattin.
Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık kumun aşağı akışı belki.
Alçı iki aya yakın bacağımda durdu. Üzerindeki imzalarla çıldırtan bir kaşınma isteği hatıra kaldı bana. Sonradan imzaları da kaldırıp çöpe attım ama o kanatırcasına kaşınma hissini her büyük çaresizliğimde yaşadım.
“Saraylar… Yanar tabi”, diyor Adnan abi. “Halkı fakir olan zalimlerin sarayları er geç yanar. Alev almamış tek bir saray yoktur dünyada. Kimini gerçekten alevler sarar, yakar, kimi paçasından tutuşur yanar. Ama her saray mutlak yanar.”