Herkesin bir başucu kitabı vardır; kiminin Küçük Prens, kiminin Şeker Portakalı... Benim başucu kitabım da "Küçük Ağaç'ın Eğitimi"... Üç, dört kez okuduğum tek kitap... Hem ağladığım hem güldüğüm, yüreğime dokunan, derinlerde iz bırakan, Küçük Ağaç'ı asla unutmayacağınız, büyükannenin ve büyükbabanın söylediklerini, yaptıklarını, verdikleri öğüdü aklınıza ve ruhunuza kazıyacağınız, Gözyaşı Yolu'nun hikâyesini okurken gözyaşlarınızı tutamayacağınız, Küçük Ağaç, büyükbabasının arkasından tırıs giderken ise tebessüm etmeden duramayacağınız, eğitimin yaparak yaşayarak kalıcı olduğuna bir kez daha emin olacağınız, Çam Billy ve Söğüt John'u hatırlayıp gülğmseyeceğiniz, Kızılderililerde olan Evlilik Çubuğu fikrine hayran kalacağınız ve de bitirdikten sonra mutlaka oturup Kızılderililerin Çeroki kâbilesini ayrıntılı araştırmaya koyulacağınız, içinizi sıcacık kılacak, üslubu samimi bu harika kitabı mutlaka okuyunuz efendim...
Aşkı yerine sevdiği işi tercih etmekle kalmayıp bu süreçte kendini bulan bir kadının kısa hikâyesini okuyoruz "Arayışlar"da... 'Arayış' kadın karakter için geçerli gibi görünse de aslında doktor için, komşunu kızı için de arayış söz konusu... Ancak bu arayışın peşine düşen ve aradığını bulan baş kahraman oluyor... Hayatta hepimiz 'arayış' içindeyiz, kimimiz yanlış tercihlerden, kimimiz değişime cesaret edemediğinden aradığını bulamıyor... Bu kısa ama etkili hikâye, yazarın yaşamıyla da parallelik gösteriyor; yazar da baş kahraman gibi resim çizerek kendini buluyor, bir diğer şaşırtan nokta ise yazarımızın zamanında Nietzche'den evlenme teklifi alıp reddetmesi... İnsan Nietzche'nin gönlünü çalan kadını merak etmeden edemiyor... :)
İnsan nasıl kadın olmadığı hâlde bir kadının hislerini, yaşantılarını, iç dünyasını bu denli içten, bu denli harika betimleyebilir... Ancak hemcinslerimin hissedebileceği türden karmaşık hisleri, iç konuşmaları, derin düşünceleri okuyucuya bu denli yaşatan da ancak Zweig olabilirdi... Bunu tüm eserlerinde görüyor ve her defasında bir kez daha "Zweig işte..." diyorum...
Yazarı ilk okuyuşum; alışık olmadığımız bir üslubu var bu da kitabı daha ilgi çekici kılıyor, ele aldığı konular hepimizin sorunları... Okudukça içselleştiriyor, olanları hınçlı bir tebessümle okumaya devam ediyorsunuz... Bir diğer nokta ise yazarın metafor olarak neden 'Gergedan'ı seçtiği sorusu... Gergedan kendine zarar verilmediği sürece vahşi olmayan bir hayvan, afrodizyak etkisinden ötürü boynuzu uğruna canını acıtan bizleriz... Belki de sevgili Mine Söğüt farklı üslubuyla bunu da bilerek tersine böyle ele aldı; öyle ya "İnsanlar içinde yalnız kalan bir gergedan kadar kötüsü de gergedanlar içinde yalnız kalan bir insan..."
Zorba, zorbalık, zorluk, zorundalık... Baş karakterin bu adı içerikle de bir o kadar uyumlu... Gerçekten özgür müyüz, yoksa bazılarımızın boynundaki ip diğerinden daha mı uzun, zorundalıklar mı bizi tutsak eden yoksa zorbalıklar mı... Bunları kendine sormadan edemiyor insan... Ve okuduktan yıllar sonra bile içimde yer eden, bize ait bir türkü; "... Ötme de keklik derdim bana yetiyor..."
Varoluşçuluk deyince akla ilk gelen Sartre, Sartre deyince akla ilk gelen de 'Bulantı'... Yer yer Sisifos'u anacağınız, yer yer Sartre'nin en yakın dostu, sevdiği Simone De Beavour'dan izler bulacağınız en çok da varolma mücadelesini iliklerinize kadar hissedeceğiniz bu eseri okuyunuz efendim...