Hayat
bana kötü bir oyun oynamıştı. Pekâlâ; işte, ne kendime, ne baş
kalarına kabahat bulmuyor, hadiseleri olduğu gibi kabul ediyor
ve sessizce katlanıyordum. Ama bunun sürüp gitmesine lüzum
yoktu. Sıkılıyordum, sadece sıkılıyordum. Başka bir şikâyetim
yoktu.
Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir
cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar neden
yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?"
Bu düş değil, sanı değil. Mezara yakın olmak beni aydınlatıyor. Görüşeceğiz! Yine görüşeceğiz! Anneni göreceğim! Onu bulup göreceğim ve ah, ona içimi dökeceğim! Çünkü annen, senin bir suretin.
Ah, beni sevdiğini biliyordum, daha ilk kez el sıkıştığımızda, o ilk içtenlikle dolu bakışlarından anlamıştım bunu; yine de senden ayrı olduğum, seni Albert'in yanında gördüğüm zamanlarda, içimi ateş gibi yakan kuşkularla kıvranıyordum.