Yürürken, kendi kendine: "Çalışmak, çalışmak. Bir şeye yaramak, bir şeye yaradığını hissetmek, işte, yaşamanın yegane manası," diyordu ve böyle düşünürken bütün kederlerini, hayal inkisarlarını, içsıkıntılarını unutuyordu.
Korkunç Zaman
Kim o beni çağıran?
Yemyeşil açan meşe yapraklarının gölgesinde,
Nefesim henüz tükenmedi benim.
Bir kez bile elini kaldıramamış beni
Elini kaldırıp gösterecek bir göğü bile olmayan beni
Şu bedenimin sığacağı bir gök mü var ki
Çağırıyorsun beni?
Hem işim bitip öleceğim günün sabahı çattığında
Üzüntü bile hissetmeyen kuru yapraklar düşecekken...
Çağırma beni.
(7 Şubat 1941)
Yaşamın doğal döngüsü içinde kendine yer edinememiş insanların hayatını tüm gerçekliğiyle gözler önüne seren bir romandır. Bazı tutum ve davranışların hangi yönden bakılınca iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kalıplaşmış dünya görüşüne uygun olduğunu yıkacak nitelikte görüşlerle doğru bilinen yanlışları yıkarak okuyucuya farklı düşünce ve duygular aktarmaktadır. Postmodern roman özelliğiyle bunu bilinçli bir şekilde okuyucuya anlatan yazar, okuyucununda bunun bilincinde olmasını ve romanı ona göre okumasını kitabın önsözünde açıklayarak okuyucuyu uayrır. Kitabın farklı anlatı türlerini ve muhteva bakımından farklı konuları işlemesi kitabın kuramaca bir roman olduğu aşikar ediyor. Oğuz Atay'ın güçlü kalemi sayesinde postmodern romanın başarılı bir örneği olarak edebiyatımızda yerini alıyor.
Bu, son savaşımız olacak Olric. Sonu nasıl gelirse gelsin, yorgun ordumuz son savaşını veriyor. Askerler, yorgun ve isteksiz. Zafer ya da yenilgi onlar için aynı anlama geliyor artık. Artık savaşmak istemiyorlar.
Şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Don Kişot'a benzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: ben kendimi Don Kişot sanıyorum.
Bütün hayat, bütün insanlık bu kitaplarda anlatıldı, bitirildi. Yeni bir şey yaşamak, yeni bir kitap tanımak oluyor benim için. Kitaplarla ve onların yazarlarıyla birlikte yaşıyorum.
Çevresinde, kolayca hükmedebileceği bir topluluk yaratmıştı. Hiç bir konuda onunla yarışamayacak bir kalabalık. Yapamadıklarının hırsını çıkarmak için kolayca yüklenebileceği bir kütle. Topluluğun yıldızı, toplantıların vazgeçilmez insanı oldu.
Belki bizler, yani bu toprakların yetiştirdiği şu ya da bu çeşit değerler, soyutlaşmaya başladığımızı bu kadar çabuk farketmeseydik ve bu kadar çabuk korkuya kapılmasaydık, bizlerden de büyük matematikçiler yetişir ve ansiklopedilerde taş basması resimleri çıkardı.
Halide Edib Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanı iki medeniyet çatışmasını ve tezatlıklarını içerisinde barındıran ve kadın-erkek ilişkisini gözler önüne seren bir romandır. Sinekli Bakkal romanının kadın karakteri olan Rabia yazarımızın hayatından izler taşımaktadır. Romanda güçlü bir islam etkisi ile büyüyen ve daha sonra babasından Batı kültürünü öğrenen Rabia bu değerler kümesini kendi akıl süzgecinde yoğurarak doğru olanı yapmayı amaçlamaktadır.
Sinekli BakkalHalide Edib Adıvar · Özgür Yayınları · 200418,4bin okunma
İnsanlar karışık işlemelerde birbirine girip çıkan renk renk iplikler gibi. Ucunu, izini tamamen kaybettim zannettiğin biri birdenbire karşına çıkıyor, seninle birleşiyor, haydi yeniden şekil yaratıyorsunuz.
Onun dünyaya öğretmek istediği birşey vardır. Hazza ve sevince, umum hayat tecellisine karşı dinmeyen bir kin, affetmeyen bir düşmanlık. İşte bunun için yolunun üstünde tebessümler dudaklarda donar, kahkahalar kısılır, çocuklar çil yavrusu gibi dağılır.