Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Apocalypto

Apocalypto
@HuvelBaki66
Kemalizm hiç şüphesiz ki 1940’lardan itibaren savaş ekonomisine giren, bürokrasinin hiçbir yatırım yapamadığı ve yönetemediği ülkede zecrî ve uyuşuk tedbirlerle idame-i hayat etmeye çalışan Türkiye’de, kendi içinde erimeye başlamıştır. Kemalizm’in kurduğu üniversiteler 1947’de CHP yönetiminden büyük darbe yemiştir. Kemalizm’in getirdiği laik müesseseler veya yıkılan müesseseler çok yanlış ve oyalayıcı bir mürailik içinde yön değiştirmiştir.
Reklam
Zaman zaman belirli çevrelerde Kemalist dönemin değerlendirilmesi, yani Atatürk döneminin değerlendirilmesi babında pek de tarihî hakikate, tarihçi düşünceye uymayan ters yorumlarla bir tahfif dönemi yaşandı. Bazı olaylar abartıldı, bazıları tamamıyla uyduruldu. Mesela laiklik anlayışı nerdeyse Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist dönemin ateist uygulamalarına paralel bir şekilde ve derecede yorumlandı. Bu yanlış ve dehşet bir düşünce sapması.
Mesela Çankaya sofrasında Atatürk, sık sık 1929’dan sonraki uygulamalardan rahatsız olduğunu söylemekte, hatta diktatörlükle bağlantılı ifadeler kullanıyor. “Bu vaziyetten hoşnut değilim, ben de fani bir insanım ve biz cumhuriyeti kendimiz için kurmadık. Ama görüntü bir çeşit diktatörlüktür. Yani oraya dönüşmüştür” demişliği vardır.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Türk İnkılabının seçimle ve halı üzerinde taşınarak meydana gelmediği açıktır. Uzun bir harbin, direnişin sonunda gerçekleşen bir inkılâbtır. Fakat şurası da bir gerçek ki ne Fransız ihtilâli ne de Rus ihtilali ile mukayese edilebilir. Belirgin bir yerden sonra da bir denge sorunu vardır. Bir rejim yerleşeceği zaman artık cezalandırmaları durdurmak zorundadır. Muhtelif yerlerden örnekler verilebilir: Mesela, Mihajloviç Tito’ya karşı olan partizanlardandı, kralcıydı ve Sırpçı idi. Tito’nun kuvvetleri geldiler ve hâkim oldular. Bir süre sonra karşı cezalandırmalar durdurulduğu gibi, Almanlara karşı savaşmış olan Mihajloviç’in taraftarlarına da maaş bağlandı. Franco da bir yerden sonra bu işi durdurdu. Çünkü insanlar baskıdan yılar, sonra korkar ve korktukları zaman ne olacağı belli değildir. Cumhuriyeti ilan ettik, İnkılabları yapıyoruz. Ama ilelebet bir cezalandırmaya gidemezsiniz. Tarih yazmasa insanlar hatırlar. Birçok kişi geliyor, “Benim dedemi İstiklâl Mahkemeleri’nde astılar” diyor? Buna da bakmak lazımdır.
Harf devrimi yapılmıştır, çünkü mevcut yazı okuma yazmada imla sorunu yaratıyordu. Bu böyle, sadece şahsî mektup yazarken hissedilen bir zaruret değildir. Çünkü adamlar askerdi ve kumandan dediğin doğru mesaj çeker, çabuk yazar, imla yanlışı yapmaz, talebenin okul ödevi gibi metin yazmazdı. Çok açık ki şehrin adını yanlış okursun veya köyün adını yanlış yazarsın, okunmaz. Sekiz tane sesli harf telaffuz eden bir dil sahibinin elinde sadece üç tane sesli harfi olan bir alfabeyle bilinmeyen köylerin adını yanlış yazması, bilinmeyen isimleri yanlış yazması kaçınılmaz. Goethe’yi Kute diye yazmaları gibi yer ve şahıs isimlerinde sorun yaratır. Bu konuda 20. yüzyılın başındaki aydınlar radikaldir. Osmanlı mirasının ölmesi o kadar kolay değildir, Osmanlıca öğrenilir. Yabancı talebenin on beş günde öğrendiği harfleri ve okumayı sökmeyi bizimki de on beş günde öğrenir; söz konusu olan Çince değildir. O dönemde Türkçe bu imlayla gitmez diye tartışıyorlardı ve kimse de buna mükemmel demiyordu. Herkes söylüyor, olmuyorsa o zaman Latin olacak. Bunu daha öncesinde de diyenler olmuşsa da ilk olarak böyle konularda cesareti olan ve kafasında bir portre olan Atatürk getirmiştir.
Reklam
Sovyetler Birliği Türkik halk grupları arasında Latin harflerinin asıl kabul ve yayılma dönemi, 1928’deki Türkiye harf devriminden sonraya rastlar. Hazırlanan yeni Türk alfabesinin mükemmelliği ve radikal bir biçimde uygulamaya konması, Sovyetlerin periferi cumhuriyetlerindeki aydın grupları cesaretlendirmiş ve Latin harfleri kısa zamanda buralarda da kabul edilmiştir. Esasen 1926 Bakü Türkoloji Kongresi’nde bütün Turkî-Tatar diller için Latin harfleri esasına dayanan bir transkripsiyon alfabesi hazırlanması temenni kararına bağlanmıştır. [96] Ağamalioğlu gibi Latin harflerinin ateşli taraftarları vardı. [97] Kısa zaman sonra 1928’de Nogaylar arasında, 1928’de Özbekistan’da, 1929’da Kırım’da, 1930’da Kafkasya’da Kumuklar arasında Latin harfleri kabul edildi ve uygulanmaya kondu. Bunlar yerel lehçe ve dillere göre bazı farklılıklarla hazırlanmıştı. Yakutlar 19. yüzyıldan beri, Çuvaşlar ise Rus misyonerlerin etkisiyle 1871’den beri Kiril alfabesi kullandıkları halde, Bakü Kongresi’nde Yakutların da Latin harflerini kabul etmek istedikleri görülüyor.
Latin harflerinin, kendini gizleyen bir taraftarı da Sultan II. Abdülhamid’dir. Ona göre, “Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir.” Sultan Abdülhamid, “Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur” demektedir.
İstiklâl Savaşı başladığı zaman, Birinci Dünya Savaşı’nın hatalarının da etkisiyle bir daha harbe girmeyelim diyenler vardır. Bence onların hepsine hain denemez, çünkü ileriyi görememişlerdir. Bir de “Şimdi şurada dur, fazla ileri gitme” diyenler oldu. Mesela Batı Anadolu’nun hiçbir şekilde kurtarılacağına inanmayan, bir sürü İstiklâl Savaşı kumandanı bile var. Eğer hedefi ileriye koyuyorsan o bir dehadır ve deha dâhilere has bir inattır.
Bugün son derece bilgisiz insanlar Atatürk üzerine konuşuyor ancak bu ne tarihçilik ne de başka bir tür metindir. Bizim ülkemizde sağcısı da solcusu da araştırmadan yaratmaya meraklıdır. Çağdaş tarih portrelerinin malzemesini daha yüklü ve yöntemlerin daha hassas ve mukayeseli olmasını isteriz. Atatürk’le ilgili böyle yalan yanlış portre çizen iki tip var, her ikisi de bu yöntemi meslek edinen yazarlardır. Biri oturuyor, bunları idare ediyor. O idare eden önemli bir misyon sahibi, belirli gruplar adına konuşuyor; birileri de bunları yayımlıyor. Böylelikle tarihî kişilik yıpratılmaya çalışılıyor. Bunun arkasında sadece bir inanç ya da bir ideoloji kaygısı yok. Bu aynı zamanda bir bölünme, bir çatışma ortamı yaratma girişimidir.
Daha Cumhuriyet kurulmadan da önce, İstiklâl Savaşı’nın birçok kumandanı bile İstanbul’a girmek, onu geri alabilmek ümidinde değildi. Anadolu’nun bir kısmını kurtarmak onlara göre o an için yeterliydi. Hâlbuki Gazi Mustafa Kemal Paşa karşı tarafın açığını görmüş ve “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” demişti.
Reklam
Hanedan içinde Türkiye Cumhuriyeti ya da Atatürk aleyhine açıkça demeç veren ve yazan yoktur. Mesela şimdi rahmete yürüdüğü için, maalesef tevsik etmek durumunda değilim (ama şahitlerim var, tek ben dinlemedim), Neslişah Sultan, Atatürk için bütün cemaatin önünde de değil ama daha samimi bir grupta “Bir, mürteciliğe karşıydı; iki, vatanı kurtardı; üç, onun aleyhinde konuşmak bize yakışmaz” demişti. Son olarak Murat Bardakçı bir makalesinde, Kâni Karaca ve Neslişah Sultan arasında böyle bir diyalog geçtiğini zikrediyor.
Arnold Toynbee, 1923 ve 24’teki olayları göz önüne alarak doğru bir ifade ile “Türkiye aslında galipti fakat Batı karşısında yenilgiyi kabul etti” demiştir. Artık hukukuyla, yaşayışıyla, henüz ilan edip adını koymamakla birlikte laikliğiyle Türkiye, Batı dünyasının müesseselerini kabul etme durumuna gelmiştir
Aslında İkinci Dünya Savaşı yıllarında Mussolini’ye karşı başarılı şekilde Yunanistan’ı savunan, Yunan ordusunun seçkin ve ünlü komutanı Ioannis Metaksas “Oraya çıkmayın, iki günde Türk ordusu karşınıza çıkar, sizi mahveder” demişti, dediği gibi oldu. Hatta şunu da ifade edebiliriz; 26 Ağustos 1071 Türklerin Anadolu’ya giriş tarihidir; 26 Ağustos 1922 ise Anadolu’dan asla çıkmayacağımızın belgesidir.
Dünya tarihinin hemen hiçbir safhası, dünya coğrafyasının hemen hiçbir önemli parçası yoktur ki orada Türkler olmasın. Türkler olmadan hiçbir önemli Avrupa devletinin millî tarihi incelenemez. Hiçbir Orta Doğu ülkesinin, hiçbir Rus-Slav ülkesinin millî tarihi ve kimliği Türkler hesaba katılmadan anlaşılamaz. Bu Orta Çağların derinliklerinden başlar ve yakın zamanlara kadar devam eder. Türkler olmadan Orta Çağ olamaz, Rönesans olamaz, Birinci Dünya Savaşı olmaz ve anlaşılamaz. Bu hususun üzerinde önemle durulmalı ve açıktır ki Türk cepheleri incelenmeye başlandıktan sonra Batı dünyası Birinci Dünya Savaşı’nı daha doğru anlamaya ve nitelikli olarak yazmaya başladı. Ondan önceki tarih yazımı nobran ve sathîdir.
Sarıkamış bizim yakın tarihimizde Balkan Savaşı’ndan sonra acemi kumandanlık ve yanlış politikanın yarattığı en büyük faciadır. Yaşım itibariyle bu savaşın gazilerini tanıma imkânına sahip oldum; onlardan bütün fikir dünyamı ve tarih bilgimi sarsan feci hatıralar dinlemişimdir. Mustafa Kemal Paşa’ya ve yakın arkadaşlarına hayranlığım arttı. Çünkü 1914’te savaşı yönetenlerin yarattığı facia ve imparatorluk halkı arasında sebep oldukları bezginlik onların direnişe geçmesini önlememiştir ve Türk halkı her şeye rağmen Birinci Dünya Savaşı’nı yaşayan Avrupa milletleri gibi panik ve nihilizme kapılmamış, 1919-22 döneminde Kurtuluş Savaşı’na devam edebilmiştir.
Boşnaklar Balkanlar’da Müslüman olan ve kendini “Osmanlı” olarak nitelendiren bir toplumdur. Köken olarak Sırp ve Hırvatlarla aynı millettendirler, Slavdırlar. Ancak bu üçünün arasındaki fark dindir. Fatih’in Bosna’yı 1463’te fethetmesiyle papazsız ve hiyerarşisiz bir Hıristiyanlığı (Bogomilizm) benimsemiş olan Boşnaklar İslam’a geçmişlerdir. Bu gönüllü bir geçiş olduğu gibi gönülden bir geçiş de oluyor. Böylece Boşnaklar, Balkanlar’daki tabirle “Türk” olmuşlardır. Balkanlar’da bugün bile birisi Müslüman olsa, ona “Türk oldu” derler.
Reklam
Sıkıntılı ömrü sona erdiği zaman, tertiplenen cenaze alayıyla Beylerbeyi iskelesinden Suriçi İstanbul’a nakledilen naaşı Divanyolu’nu geçerek dedesi Sultan II. Mahmud Han’ın yanına gömüldü. Resmi devlet töreninde nazırlar, vüzera ve yabancı elçiler de bulundu. Kalabalıktı, halk çok üzgündü, meyustu. Uzun harbin getirdiği sıkıntılar muhtemelen padişaha karşı saygıyı artırmıştı ve cenaze bir nevi protesto için kullanıldı. Yol üstü binaların pencerelerindeki kadınlar; “Bizi refah içinde yaşatan padişahım, bizleri bırakıp da nereye gidiyorsun?” diye ağlıyordu. 2. Abdülhamid'in cenaze töreninden...