Ben zannediyordum ki ömürlerimizin teknesini istediğimiz sahile götürmek için yalnız onun dümenini ele almak kâfidir... Şimdi anlıyorum ki değilmiş... Yollar görünmez kayalarla doluymuş... Onlara çarpmamak lazımmış... Daha fenası gizli cereyanlar varmış ki insan onlara kapıldığı zaman yolun değiştiğini,gittikçe uzaklaştığını farkedemezmiş... Tâ kendisini başka sahillere düşmüş görünceye kadar...
Tamamı çam ağaçlarıyla kaplı bir ormanın içindeki tek meşe ağacına benzetiyorum kendimi. "Tek başıma değilim ama yalnızım." çam ağaçlarıyla arkadaşlık kursam dahi çam ağacı olmam imkansız. Meşe ağaçlarını arıyorum ki onlarda geldiğim yerde kaldılar. 550 günün sonunda görebilirim ancak.
Avuçlarımın içinde gizli gizli içtiğim sigarayı değil, iki parmağımın arasına aldığım ve serbestçe içtiğim sigarayı özledim.
( BABAMIN GÜNLÜĞÜNDEN )
-Acımak...Ben insanın ruhlarındaki derinliğini ancak onunla ölçülebileceğine kaniyim. Evet, dibi görünmeyen kuyulara atılan taş nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse başkalarının elemi bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi, insanlığımızın derecesini öğretir... Fikrimce yalnız doğruluk hastalığı, bir hak ve hakikat meselesi etrafında toplanmak kabiliyeti, bir cemiyeti mesut etmeye kâfi gelemez... Bunun için acımak, birbirimizin feryadını, iniltisini duyabilmek de lâzım!..
Sensizliğin, sensiz kalmanın salt yalnızlık olduğunu, sen gidince mi anlayacaktım ben? Sana ne çok anlatacak şeyim varmış, sana ne çok ağlayacak şeyim varmış. Keşke yarısını anlatsaydım, keşke yarısını ağlasaydım...
İnsanın özgür olabilmesi için bağlı olduğu ya da ona bağlı olan bir kedi bile olmamalı yaşamında?.. Sevmek mi insanı bağımlı kılan? Acımak mı insanı sinirlendiren? Kısıtlanmak mı insanı sevgisizliğe iten? Özgür ve bağımsız olmak için bir canlı, bir tek canlı bile olmamalı mı insanın yaşamında? Özgürlüğün bedeli bu mu? Bu,yalnızlık mı?