“Kişinin gördüğü her şeyde sembol bulması bilgece değildir. Yaşamı dehşetle doldurur. Kan lekeleri gül yaprakları kadar güzel desek daha iyi. Öylesi çok daha iyi…
Yerlerde ölüm biterken biz yeşeriyoruz
Fakir bir kahvaltı sofrasında
dünyanın bu sevgisiz şehrinde
paylaştığımız bir parça ekmek olmalı
Hiç değilse demli bir çay
Ekmek sen kokmalı
Cümleye Selamlar, Ahmed'in diliyle
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden
Anlatamam, nasıl ıssız, karanlık
Ve zehir zıkkım cıgaram
Gene bir cehennem var yastığımda
Gel artık...
Hannah Arendt, 19 Temmuz 1947’de arkadaşı Kurt Blumenfeld’e yazdığı bir mektup,
“Bir çeşit melankoli yaşıyorum ve bununla savaşmanın tek yolu anlamak ve konular üzerine düşünmek” diyor.
Badiou, hayatın sonunda herşeyin toprak olduğu döngüsel bir hareket olduğunu söyleyen geleneksel bilgeliğe karşı büyük bir ders verir. Gerçekliğin, üreyiş ve çürüyüşün bu kapalı çemberi, varolan tek şey değildir: Zaman zaman mucizeler olur, hayatın döngüsel hareketi bir şeyin hücumu ile askıya alınır. Bu şeye geleneksel metafizik ve teoloji ebediyet der; bu şey kelimenin iki anlamıyla bir stasis anıdır (hem hayat hareketinin sabitlenmesi, donmasıdır, hem de aynı zamanda bozulmadır, kargaşadır, olayların düzenli akışına direnen bir şeyin ortaya çıkışıdır). Âşık olmayı düşünün: Hem olağan hayatımda radikal bir bozulmadır, hem de hayatım aşık olunan kişi üzerine sabitlenir…