Derken aklıma bir hapishane anısı geldi. Başka bir dünya içindeki o dünyada yeni bir hücreye alınmış, orada küçük bir fare görmüştüm. Hayvancağız bir havalandırma deliğinden her gece hücreme giriyordu. Hapishanedeki yalnızlığımız içinde sabır ve bir şeye takıntı derecesinde odaklanmak, bizim için madendeki mücevherler kadar kıymetliydi. Haftalar boyunca yemek kırıntılarıyla küçük fareyi kandırdım ve onu elimden yemek yemeye alıştırdım. Gardiyanlar rutin bir yer değiştirme sırasında beni o hücreden taşıyınca, yeni gelen ve iyi tanıdığımı düşündüğüm bir mahkuma eğittiğim fareden sözettim. Ben taşındıktan sonra adam beni fareyi görmeye davet etti. Adam, benim yüzümden insanlara güvenen hayvancağızı kolayca yakalamış ve kırık bir cetvelden yapılma haçın üzerinde çarmıha germişti. Fareyi boynundan pamuk bir iple haça bağlarken hayvanın nasıl debelendiğini anlatırken gülüyordu. Adam, hayvanın kıvranan pençelerine raptiyeler batırarak ona uzun süre işkence etmişti.
Yaptıklarımızdan aklanır mıyız? İşkence gören o küçük fareyi gördükten sonra bu soru uzunca bir süre uykularımı kaçırdı. İyi niyetle hareket ettiğimizde bile, sırf dünyanın işleyişine karıştığımız için sorumlusu olduğumuz felaketlere davetiye çıkarıyoruz. Karla bir keresinde En büyük yanlışlar bir şeyleri değiştirmeye çalışan kişiler tarafından yapılır, demişti.
Kimi insan almadan vermemekte direnir, kimi ise karşılığını alabilmek için verir. Oysa almak ve vermek aynı anda yaşanan olgulardır. Kendimizi hissederek ve hissettirerek verdiğimizde bunu karşı taraf algılar ve o da kendisini hissettirir. Onu hissedebilmek de bize bir şey verir. Bu öylesi bir yaşantıdır ki, o anda insanlar ayrı varlıklar olduklarının bilincinde değildir. Ama benliğini böylesine paylaşmak, bir diğer insana tutsak olmaktan çok farklıdır. Bu, sevginin kendisidir.