İlk defa dedim sesim çıksın. Rüyalarımdaki gibi sessiz çığlıklar atmak yerine sesim ilk defa duyulsun istedim. Bir kereliğine de olsa ben geveze olayım istedim.
Sonra bir başkası geliyordu. Sen hiç yükseklik korkusu olan bir kuş gördün mü, diye soruyordu. Arkasında tan ağarırken paslı bir televizyon antenine tünemiş, titreyen, tüyleri sabah ayazında uçuşurken bir türlü kanat çırpıp uçmaya cesaret edemeyen ürkek bir kuşa rastladın mı hiç sen? İşte umut da böyle bir şeydir. Özgür bıraksan da uçup kaçamaz. Kuşluk vakti kuşları gibi mahmur olur, diyordu.
Çok istenen bir şey gerçekleşmeye yüz tuttuğunda yaşanan panik, onca hazırlığa rağmen hazırlıksız yakalanma hissi ve ondan boşalacak yere ne konacağını bilememe hali. Bu da bitti, ee şimdi?
Tamam, çocukken, hatta gençken, arada bir kendi cenazemi hayal edip kimlerin benim için ağlayacağını düşündüğüm olmuştur. Ama o, ölmek değil, sevilmek isteğiydi.
İnsan, dünyayla kurduğu rabıtayı kendi ihtiyaçları üzerinden anlamlandırıp neyin lüzumlu, neyin lüzumsuz, neyin zarif, neyin kaba, neyin akıllıca, neyin aptalca olduğunu öyle saptıyordu. Oysa dünya elbette hiçbirimizin etrafında dönmüyordu.
Direksiyon başındakiler hedefe benden önce varacaklardı muhakkak. Ama benim gördüklerimi göremeyecek, düşünme fırsatı bulduklarımı düşünemeyecek, velhasıl süratlerinden başları dönerken hayatlarının direksiyonuna geçme kudretini edinemeyeceklerdi. Öte yandan uygar dünyada hayata tutunabilmek için lazım olan da buydu belki. Görmemek ve düşünmemek.
O gece, o korkunç gece, eğer dönseydi Kader, başka bir hayatım olur muydu acaba benim de? Yoksa bütün elbiseleri her koşulda aynı mı biçerdim sırf kumaşım bu diye?
Bir yerin yaralandığında tabii ki sabah akşam orayı düşünmeyeceksin. Ama yaralanmamış gibi davranmaya, incinmiş yerin üstüne abanmaya devam edersen de sızına yeni sızılar eklersin.