Doğduğu 1904 yılından 1934’e kadar geçen hayatını,
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”
diye ifade eden “Fazıl” insanın dünyası, mürşidi Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanışınca kökten değişti ve bundan sonra da fikir çilesi çekememiş olanların göklere çıkarttığı şair, “sâbık şair” oldu. Artık “mukaddes davanın dönmez davacısı”nın hayat serüveni başlıyordu.
Âdeta yeniden doğmuştu. Kabına sığmayan bir enerji küpü halinde “cemiyetin rahminde beklenen doğum sancısı” olmaya adaydı. Çıkardığı Büyük Doğu dergisinde “Allah’a itaat etmeyene itaat olunmaz!” başlığını atabilen büyük sanatkâr, “zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisine ittibanın gönül rahatlığı içindeydi. “Çil horozun yeni bir dünya hediye ettiği” bu insanı, Allah 20. asırda feri sönmüş, ümidi kırılmış, fikir ve aksiyon çapında kalakalmış ümmete ihsan ediyordu. Yüzü aşkın eseri içinde, onu “semasındaki tek yıldız” katına yükselten “Çile”de:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış,
Marifet bu; gerisi yalnız çelik-çomakmış.”
mısralarıyla ifade ettiği sanat anlayışı ile insanın kainattaki konumundan, iç âlemin duygu ve ihtiraslarından bahsediyor; madde ve ruhun problemlerine giriyor, “Nefsini bilen Rabbini bilir” hakikati ile kalbin derinliklerine iniyor, öteleri kurcalıyor, Yüce Resul’e dünyadan sevdirilen üç şeyden biri olan kadına değiniyor, hafakanlarını paylaşıyor, cemiyeti yoğuruyor ve bütün fâni fenâlara öfkesini belirtiyordu.