Bu kent beni öldürüyor anne, her gün, her an, her fırsatta, her şekilde öldürüyor. Yavaşça, sinsi sinsi... Derinden... Elimde avucumda ne varsa teker teker çalıyor. Hem içeriden, hem dışarıdan kuşatılmış durumdayım.
İnsanlar ağızlarındaki son harfi bütün zamanlara yayarak yaşadıklarına inanmaya çalışıyorlar. Eşyalar zaman dışı birer yaratığa benziyor. Her şey, ölümden sonra da sürecek bir yoksulluğun erken fotoğrafı. Yaşamak yer çekiminden kurtulmuş da boşlukta dönüp duruyor. Bir sonsuz tekrar, tanrıyı bile hükümsüz kılıyor.
Yalnızız. Kaygılarımızın kaynağı olan yalnızlığımız, anamızın koruyuculuğundan yoksun bırakıldığımız ve şu yabancı ve düşman dünyaya düştüğümüz günden başlar. Evet düştük. Bu düşüş-ya da onun bilgisi ve bilinci- bize suçluluk duygusu veriyor. Neyin suçluluğu? Adı konmamış bir suç: Doğmuş olmak!
Beden, tüm varlığımızı etkiler ve onu biçimlendirir. O bize haz da verir acı da! Beden, taşımak alışkanlığında olduğumuz bir giysi ya da takı değildir. Biz bedeniz, bedenimizde biz. Buna karşın, başkalarının bakışlarından çekinir ve kaçınırız. Çünkü bedenimiz, öz benliğimizi gizleyeceğine, onu açığa vurur, ele verir. Bundan dolayı, taşra halkının evlerini birbirinden ayıran kaktüs korkulukları ve ulusal uysallığımızın aşılmaz <<Çin Seddi>> gibi; alçak gönüllü oluşumuz da aslında bir savunma mekanizmamızdır.
Biçim, nadir durumlarda özgün bir yaratı, içgüdü ve isteklerimizle ulaştığımız bir denge durumu olmuştur. Ahlaksal, değersel ve yargısal kurallarımız çoğu zaman kişiliğimizle çatışır; düşündüklerimizi söylemekten, isteklerimizi gerçekleştirmekten alıkoyar bizi.
Çoğu acılaşmış insanlar toplum için herhangi bir tehdit oluşturmaksızın dışarıda yaşamayı sürdürebilirler, çünkü çevrelerine ördükleri duvarlar öylesine yüksektir ki, toplum yaşamına katılır gibi görünseler bile dünyadan tümüyle yalıtılmış durumdadırlar.