Otomobillere biniyorlar, inip kalkan uçakların sesini işitiyorlar, kendilerinin de uçaklara, gemilere bindiklerini, gene bineceklerini, durmadan tekrarladıkları işlerini gene yapacaklarını düşünüyorlar, evlerini, arkadaşlarını özlüyorlar, onlara anlatabilecekleri ilginç şeyleri akıllarında tutmaya çalışıyorlar ve durmadan, hiç durmadan başı, sonu belli olmayan bir ırmak halinde her yerden akıyorlar, her yeri dolduruyorlar, kayboluyorlar, sonra umulmadık bir yerden tekrar suyun yüzüne çıkıyorlar, ağır, koyu bir mayi halinde akıyorlar, akıyorlardı. Kendimi bir nokta kadar hiç olarak gördüm. Bu durmadan akan, yürüyüp kaybolup giden girdap içinde, bu korkunç çağıltıda bir damla su gibi. Yalnız kendimi değil, yaptıklarımı da, yapmayı tasarladıklarımı da. Sitare'yi de. Her şeyi. Bu akıp giden insan yığınını, tek tek her biri önemsiz bir vesile olan şu insanları… bir arada oluşlarının insana verdiği ağırlık korkunç. Tek tek hepsi sıfır. Bir araya gelince ezip geçiyorlar seni. Çiğniyorlar. Sen tek başınasın, onlarsa yığın olarak sana karşı bütünleşmişler. En iyisi hiç karşına almamak. Görmemek. Belki o zaman güçlü görebilirsin kendini. Onların her birini teke tek yenebileceğin bir konumda tutabilirsen, bunu başarabilirsen, yenersin onları. Yoksa kendi eserin karşısında bile ne kadar cılızsın, önemsiz ve yeniksin.
Birden fark ettim. Sitare koluma girmişti. Artık önemi yok. Çektiği basit numaranın da önemi yok. O da bu akıp giden mayinin içinde bir molekül.