Hz.Ebû Bekir-i Sıddık (radıyallahu anh), Sevgili'nin vefatından sonra Sevgili ile ilgili hatıralarını kaleme aldı. 500 kadar bölümü bir araya getirdi. Sonra pişman oldu. Sevgili ile ilgili bir yanlışlığa yol vermekten kaygılandı. Yazdıklarını imha etti.
Ah bu tedirginlik...
Bu duyarlık...
Bu incelik...
Bu kılı kırk yaran ruh...
“Ey müslümanlar, beni iyi dinleyiniz. Bundan sonra doğan her müslüman çocuğuna maaş bağlayacağız. Bunu sokaklarda insanlara duyurun. Medine ile yetinmeyin, müslümanların olduğu her beldeye haber salın”dedi. Bununla yetinemedi, valilere, belde yöneticilerine bir tâmim gönderdi.
Necip Fazıl'ın kardeşi Selma ısırılmış bir elma ile gelir ağabeyi in yanına. "Ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım ama ziyanı yok." der. Ondan elmayı aldığı, parayı verdiği için hayati boyunca üzülecektir. Hem parayı verip hem elmayı almayabilirdi Necip Fazıl... böyle not düşüyor Ali Haydar Haksal kitabın sonunda. Aynı notu kitabın başka yerlerinde de belirtmiş.
Isırılmış bir elma modern dünyada bile ne kadar ikonik! Tarih öncesi bir tarihe tarihleniyor ısırılmış elma!!! Kronolojinin dişlileri sıyrılmış, anakronik yanılsamalar, günahkar kabullere dönüşmüş. Necip Fazıl'ın deyimiyle beyazın içinden beyazı sıyırmaya çalışıyoruz. Bir lira mukabilinde ısırılmış bir elmayı almak ne kadar karlı bir ticaret!? Hem bir lirayı hem de ısırılmış elmayı iade etmemek ne büyük nedamet....
*İnsan var ise ölüm, ölüm var ise diriliş vardır.
*Şiir içimdeki zindanların mahkûmu.
*Kadın 'tak takıştır sür sürüştür, muhallebiciye gel, piyasa vakti' çerçevesinde algılanıyordu. "Gül" kavramını yeniden diriltmebin gereğini duyuyordum hep. Minna Rıza böyle doğdu.
*Evet, adına şiir yazılan biri vardır. Bu bir kadındır. Fakat bu kadın şiirin önünde değildir. Şiirde öne çıkan gene şiirin kendisidir. (Monna Rosa için)
Ölümün en güzeli, geride kalanları bıktırmayanı ve kendiliğinden geleniydi. Elden ayaktan düşmeden kendi kendine, gözlerinin içi gülerek bir iç rahatlığıyla teslim olmaktı. Ona yürür gibi, sevgiyle kucaklaşmaktı. Kendinden emin ve rahat.
Başucunda duran kitaplarına el attıkça, gözlerinde birbirine karışan sözcüklerin içini bulandırdığını ve başını döndürdüğünü düşündükçe öfkelenir, dayanamaz kendini oradan oraya atardı. Derin bir sessizlik olurdu. Böyle olunca ister istemez kendini dinlerdi.