''...o küçük kent canlanıyordu gözünün önünde. Kitaplık yöneticisi ise - genç de olabilirdi, yaşlı da olabilirdi- raflara yığılmış bu kitapları seven, onların okunmamasına üzülen, kitaplığa ders çalışmağa gelip fısıldaşmaktan, kikirdemekten başka şey bilmeyen okul öğrencilerine kızan (ama onlar da gelmezse kitaplık büsbütün ıssızlaşacağı için öğretmence uyanlarla yetinen) bir adam olsa gerekti...''
Ama gerçekten yalan söylememek, hele gerçekten doğruyu söylemek, neredeyse kusur sayılıyordu gündelik, küçük işler yaşamında. Başından beri bunun da farkında değil miydi sanki? Az mı kınanmıştı bu yüzden?
"..Öyküler kurmağa herkes meraklıydı galiba. Eskiler de, yeniler de. İnsanlar, tutup bu öykülere inanırlardı da, karşılarında olup bitene, ya da söylenene, inanmak istemezlerdi; öyle görünse de, işin aslının başka türlü, çok başka türlü olduğunu ileri sürer, karşılarındaki adam ya da nesne, kurdukları öyküdeki adama, nesneye uymayınca, öykü değil, adam -ya da nesne- yalan söylüyor olurdu gözlerinde. Herkes öyleydi galiba. Ya da, 'genellikle herkes'. Ne de olsa, 'genellikle'nin gizemli gücüne sığınmak vardı. Düpedüz söylenen doğruların pek az insana 'güzel' geldiğini öğretmemişler miydi kendisine?"