Üzerinde ”EN GÜZELE” yazılı, altından bir elmayı, şölenin yapıldığı salonun ortasına bırakıverdi. Doğal olarak bütün tanrıçalar, bu elmaya sahip olmak istediklerinden uzun tartışmalar oldu. Sonunda üç büyük tanrıça dışında diğerleri çekildiler. Ama kudret tanrıçası Hera, zekâ tanrıçası Palas Athena ve Aşk tanrıçası Afrodit elmaya sahip olmakta
"Biz bu diyarın gerçek varisleriyiz, dedik. Ama, bu mirasımızı, şimdiye kadar dört bucağa pek mirasyedicesine saçtık. Osmanlı devleti sırasında, dünyanın yedi harikasının yedisi de Osmanlı toprakları içinde idi. O mirasın elle tutulur sanat kalıntıları, babalarının mallarıymış gibi, şimdi, Batının çeşitli müzelerindedir. 'Ne olacak? Gâvur putu! Yabancı şeyler!' dedik. O eski mimarlık ve heykeltraşlık anıtlarından çok daha önemli olarak, onlardan kalma bir de kültür zenginliği vardır. Onu da, bizim başımıza kondurmadan, 'Adam sen de! Vazgeç! Asklepios, aftospiyos, kıtıpiyoz Yunan kültürü' diye, Batılıların başlarına savurmuş bulunuyoruz. Şimdi biz, şapka diye, onların külahlarını taklide çalışıyoruz."
Aphrodite'nin sevgilisi Adonis'tir. Bu genç, her ilkbahar dirilir, her sonbahar ölür ya da bir yaban domuzu tarafından öldürülür. Anadolu'da dağlarda kışın biten anemonlar ya da kırmızı laleler, Adonis'in kan damarlarıdır.
Daha başta “Dokuz sekizlik sevdaların sahibi ben; isimleri Meriç ve Tuna olan deniz gözlü çocukların diyarından, kömür gözlü Dicle ve Fırat’ların memleketine gidiyorum...” demiş yazar. Anlamışsınızdır bu harika cümlenin meramını.
Edebiyat, özellikle de gezi yazılarında uzun uzun tasvir yapmayı bırakalı çok oldu. Kelimelerden alınmış görev,
Biz bir yandan batı kültürünü benimsemeye kalkışırız. Batı ise klasik kültürünü benimser ve kendisini o asıldan bilir. Ama biz, vaktiyle Anadolu'da yaşamış olan atalarımızın yarattığı o kültürü yadırgar ve yabansarız. Dudaktan olarak batılılaşmaktan söz ederiz. Ne var ki, Anadolu'daki eski kültürün sözü geçtikçe, "Adam sen de! Yunan kültürü!" diye omuz silker ve konuyu baştan savarız. Bunun nedeni, batının, kendisini sütbesüt klasik asıldan, bizi ise barbar aslından Asyatik sayması, bizim de batının bu kanısına içten içe katılmamızdır.
En erken çağlarda , Tanrılara insanlar kurban edilirdi. İlkçağ sünnetinde üreme organının bütünü kurban edilirdi. Sonraları bu da yumuşatıldı. Günümüzde daha yumuşak bir sünnet yöntemi yerleşti...
İncil'de, Hazreti Yakup din önerdiği kavimlere sünneti ilk koşul koşar. Bu dine giriş töreninin pek eski olduğu, sünnetin çok eski zamanlarda Güneydoğu Anadolu'da keskin çakmak taşları ile yapılmasından bellidir. Kybele'ye papaz olanların kestikleri üreme organını, yeryüzünü gebe bırakmak için, Kybele putunun altındaki toprağa gömdüklerini yazmıştık. Bugünkü sünnetten sonra kesilen parça çöp tenekesine atılmaz, saygı ile toprağa gömülür.
Kurbanlık hayvanlar, çiçek çelenkleriyle ve başka süslerle donatılır, yüzlerine gözlerine -çiçek suyu, gül suyu gibi- kutsal sular sürülür ve kürsüde papaz ya da yardımcıları tarafından kesilirdi. Hayvanın bir kaba toplanan kanları ya kürsüye ya da tapıcıların üzerine dökülürdü (İstanbul'da ve Anadolu'da Kurban Bayramında, çocukların alnına kan sürmek geleneği buradandır). Sözde Tanrının güçlülüğü, sürülen kanla beraber, kan sürülen insana geçerdi.
Kybele , Mekke'ye de götürülüp, putu Kabe'ye konuldu. Ondan dolayı Kabe yönüne, Kybele'nin ardından, Kıble dendi. Zaten Kybele'nin çevresinde tavaf edilirdi.
Hindistan’da bir İngiliz, eski pantolonunu ve yeni pantolonu için kumaşı, tutup bir Hintli terziye götürerek ona, eski pantolonunun aynısını dikmesini istemiş. Terzi yeni pantolonu dikince eskisiyle birlikte İngilize götürmüş, İngiliz iki pantolonu birbirinden ayırdedememiş. Çünkü birindeki leke ve yırtıklar ötekinde de aynen ve aynı yerde varmış. İşte taklit böyle olmamalı!