Dünyanın sonunun geldiği ilan ediliyordu, günahlarımızın kefaretini çekip huzura kavuşacaktık, yedinci gün vizyonu, meleklerin yeryüzüne ineceği, evrenin dağılacağı, güneşin söneceği, kabile ruhu, adamotunun özsuyu, kaplanın yaydığı koku, maymunun erdemi, rüzgarın disiplini, ayın rayihası, karanlığın talebi, şeytan kovma ayinlerinin gücü, topuğun bıraktığı his, gülün çarmıha gerilmesi, pınarların saflığı, kara kedinin kanı, gölgelerin uykusu , bataklıkların başkaldırısı, yamyamlığın mantığı, acısız iğdiş etme yöntemi, ilahi dövme yapımı gönüllü körlük, içbükey, dışbükey, düz, dikey, yatık, yoğunlaşmış, dağınık, öfkeli düşünce, ses tellerinin alınması, sözün ölümü anlatılıyordu.
Günümüz dünyasında bildiğimiz meşhur ‘din ve vicdan özgürlüğü’ denilen özgürlük, esas itibariyle dindarların dinlerine uygun şekilde yaşama özgürlüğü olarak değil, dine inanmayan ve dine karşı çıkanların korunması ve duruma gö­re teşvikini içeren bir özgürlüktür. Yani hem din esas itibariyle iradî bir inkıyadı öngördüğü için, insanlara istemezlerse inanmama özgürlüğünü vermiştir, hem de dünyadaki mevcut düzenler, inanmayan insanların inanmama ve inanmadık­ları gibi yaşama özgürlüğünü sonuna kadar muhafaza etmektedir; bundan do­layı dine inanmayan veya dini olduğu gibi kabul etmek istemeyenlerin, arzula­rına uyarak, dindeki bazı unsurları ‘önemsiz’ , ‘olmasa da olur’, ‘zaten geçersiz’ şeklindeki ifadelerle geçersiz ilan etmek en iyi ihtimalle samimiyetsizliktir; dini olduğu şekliyle kabul eden insanların ayırıcı özellikleri, dinin kaynağı ve sahi­bi olarak Yüce Allah’ı kabul etmek ve O’nun dışında hiçbir mercii din konusu­na karıştırmamaktır.
Reklam
Smith’e göre Türkiye’de çok önemli şeyler yapılmış olmasına rağmen, bunlar genellikle Batılılar tarafından dikkate alınmamıştı ve bunda da iki neden oldukça etkili olmuştu: Bunlardan birincisi, Türklerin müslüman olması ve bunun da ötesinde yüzyıllar boyu İslâm’ın bayraktarlığını yapmış olmalarının dikkate alınmayışıydı; batılıların her nasılsa dikkate almadıkları en önemli vakıa, Türklerin sadece müslüman değil, asırlarca müslümanlara liderlik etmiş bir toplum olmalarıydı. İkinci husus ise, dünyada ortaya çıkan ‘dinin yeniden doğuşu’ olgusunda Türkiye’nin İslâm Dünyası için bir öncü, bir örnek olabileceğinin farkedilmemesi idi. İkinci imkânı, birinci nedenle doğrudan irtibatlı olarak gören Smith, Türklerin asırlarca İslâm Dünyası’nın yöneticisi olmaları sebebi ile hâlâ müslümanlar üze­rinde etkin bir konuma sahip olduklarını ve bunun arzu edilir bir yönde kullanılabileceğini düşünmektedir.
Sayfa 188Kitabı okudu
Dünyanın sonunun geldiği ilan ediliyordu, günahlarımızın kefaretini çekip huzura kavuşacaktık, meleklerin yeryüzüne ineceği,evrenin dağılacağı, güneşin söneceği kabile ruhu, adamotunun özsuyu, kaplanın yaydığı koku, maymunun erdemi, rüzgarın disiplini, ayın rayihası, karanlığın talebi, şeytan kovma ayinlerin gücü, topuğun bıraktığı iz, gülün çarmıha gerilmesi, pınarların saflığı,kara kedinin kanı, gölgelerin uykusu,bataklıkların başkaldırısı, yamyamlığın mantığı, acısız iğdiş etme yöntemi, ilahi dövme yapımı gönüllü körlük, içbükey, dışbükey, düz,dikey, yatık,yoğunlaşmış dağınık, öfkeli düşünce,ses tellerinin alınması, sözün ölümü anlatılıyordu.
Vahye muhatap olma şeklinin farklılıkları
Kur’ân, nâzil olduğu dönemde insanla­ ra lisanî ve sözlü bir hitâb olarak ulaşıyordu; bugün bize bir kitâb, yani yazılı bir metin ola­ rak ulaşmaktadır. Onlara da bize de ulaşan aynı şey olsa da, ulaşma şeklinin farklılığı ile alâkalı olarak bazı önemli farklar ortaya çıkmaktadır. Bunların en önemlileri, onların muhatab oldukları hitabın doğrudan referanslarını bilmelerine karşılık, bizim bu referansla­rı kurmamız gerektiğinin yanında, onlann âyetlerin nüzûluyla birlikte sonunun nereye va­racağını bilmedikleri bir sürece dahil olmalanna karşılık, bizim elimizde tamamlanmış bir “Din” ifadesi olarak Kuran’ın bulunmasıdır. Muhatap olmanın şeklinde ortaya çıkan bu iki fark, biraz daha yakından incelendiğinde, bugün Kur’an’ın bize ne ifade ettiği ve ne de­diği konusunda önemli bir dizi hususa dikkat çekecek ve önemli bir dizi neticeyi de ortaya çıkaracaktır. Unutulmaması gereken temel husus, onlar kadar bizim de Kur’ân’a muhatap olduğumuzdur; muhatap oluşumuzun şeklindeki farklılık mahiyetinde de farklı olması an­lamına gelmez.
Dinin yeniden yorumlanması ile birlikte ne devlet ‘arzu edildiği anlamda’ güçlenmiş, ne ‘gelişme sağlanmış’ ne de ‘toplum medenileşmiştir’; aksine toplum ve ona bağlı olarak da devlet, kendisini tehdit eden dış güçler karşısında zayıflamıştır. Bu mutlak anlamda ‘güç kaybına’ karşılık, devletin diğer bir cihetten zayıflamış olan topluma karşı daha da bir ‘güçlü’ hale geldiğini söylemek mümkündür. Ancak bu durum sadece kendi toplumuna karşı ‘güçlü’ olan bir devletin, dışarıya karşı o oranda zayıf olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Sayfa 181Kitabı okudu
Reklam
İnşâ sigalarının en önemlisi, emir’dir. Emir sigasını kullanarak bir söz söyleyen birisi, bu sözü söylemekle, “emretme” fiilini gerçekleştirmiş olur; emretme fiili, emretme yetkisi müsellem olan birisi ile, bu yetkiyi kabul etmiş olan ikinci birisi arasında gerçekleşebildiği için, emre muhatap olanın önünde iki alternatif bulunmaktadır: ittibâ veya isyan. İttibâ da isyân da bir fiildir. Buradan kabaca şu neticeye ulaşabiliriz: İnşâî ifadeler, mahiyetleri gereği, bir fiil olarak gerçekleşirler ve muhataplarını fiile zorlarlar. İnşâî bir ifadeye verilen müspet cevap, muhataplar arasında, onların irâdesini gerektirmeyen müşterek bir zemin teşkil eder ki, bu zemin aynı zamanda toplumsallaşma anlamına gelir.
Fikriyattan yoksun bir hayat; sığ, derinliksiz ve ufuksuzdur.
Sayfa 19 - Külliyat
İnsanın ‘özgürlük’ talebi ile ortaya çıkıp, kendi ‘kaderini’ ele alma iddiası, onu her ne kadar Yaratıcısından uzaklaştırsa da, netice itibariyle kendi oluşturduğu kurum ve sistemlere mutlak bir şekilde bağımlı bir hale gelmesi, insanın asıl mahiyeti olan ‘kul’luğunu değiştiremeyeceğini göstermiştir; ancak değişen sadece Rabb’lardır. İnsanların kendi oluşturdukları sistemlere bağımlılığını ve bu bağımlılık neticesinde ortaya çıkan hayat tarzının, yani bir sistem istediği için ve bir sistemin istediği gibi yaşamanın, ölüm’ün zorunluluğundan hareketle anlamsızlığını gündeme getiren Kierkegaard ve onu müteakiben Nietzsche gibi düşünürlerin, isyanvari tavırları esassız olmadığı gibi, aydınlanmanın nelere gebe olduğunu görerek bunlara öncülük eden büyük alman şairi Hölderlin’in kaygılarının yersiz olmadığını bugün daha açık bir şekilde anlayabiliyoruz.
Müzemmil Sûresi 1-6. Âyetler
Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Ey örtüsüne bürünen! [Hz. Peygamber ilk vahyi alırken büyük bir heyecan geçirmiş, doğruca evine gidip eşi Hz. Hatice'ye, "Beni örtün, beni örtün!" demiş; üzerine bir örtü örtmüşler, heyecanı geçip rahatlayıncaya kadar bu şekilde kalmıştır (Buhârî, "Bed'ü'l-vahy", 3). Hz. Peygamber bu halde dururken Cebrail aleyhisselâm yine gelmiş ve "Ey örtüsüne bürünen!" hitabıyla başlayan yeni vahiyler getirmiştir.] 2-4. Geceleyin birazı dışında- namaza kalk! Gecenin yarısında bu vakti biraz öne veya biraz ileri de alabilirsin. Kur'an'ı tane tane, hakkını vererek oku. [Teheccüd adı verilen bu gece namazı Hz. Peygamber'e farz, ümmetine ise sünnettir.] 5. Doğrusu biz sana, taşınması zor bir söz vahyedeceğiz. [Kur'an vahyini almak maddi ve mânevî bakımdan uygun güç ve donanım gerektiriyor. Onu tebliğ etmenin, uygulamanın ve gelecek tepkilere göğüs germenin de ne büyük ruh gücü ve sabır gerektirdiği zaman içinde anlaşılmış ve görülmüştür.] 6. Şüphesiz gece vakti etki ve uyum yönünden daha uygun ve sözün zihne yerleşmesi bakımından daha elverişlidir. [Sessizlik, karanlık ve serinlik vb. fiziki özellikleri yanında, kandil gecelerinde olduğu gibi ilâhî rahmet, ilham ve tecellilere zaman ve zemin teşkil etmesi bakımından da geceler tefekkür, ibadet ve Kur'an tilâvetine daha uygun olmuştur.]
Sayfa 573
155 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.