Bedeni öldürmeyen bir yara alınca, hassas ruhlar bir iyileşme gösterir, beden gibi. Ne var ki, görünürde kalan ve gerçekte yeniden edinilmiş alışkanlığın bir mekanizmasıdır yalnızca işlemekte olan. Ruhun yarası ise zamanla, korkunç, gitgide daha da kötüleşen içler acısı bir çürük gibi kendini yavaş yavaş belli eder. Büyür, büyür, sonunda bütün ruhu kaplar. İnsan iyileşip unuttuğunu sandığı bir anda ise, ortaya çıkan geç sonuçlarının altından kalkmak hiç de kolay değildir.
Yaşamın kimi öyle nimetleri var ki -yazın, roman ve şiir ve genel olarak sanat da bu nimetlerin en güzellerinden- onların tastamam beğenisine ulaşmak, tadına varmak için deneyimler birikimi, yani yaşlanmak gerekiyor. Suyun tadını bile gençliğimden daha çok alıyorum şimdi. Cinsel ilişki gençliğimde salt bir boşalımdı; yaşlandıkça yaşamı yaşam yapan bütün herşeyin tadına daha çok varılabiliyor. Yoksa tat herşey biterken mi başlıyor? Belki de... Güç azalıp istek artınca mı? Belki de... Yiterken mi değerini anlıyoruz yaşamın, herşey gibi? Belki de... Ama bunları, özellikle cinsel istekteki dokunuyu, değiniyi D. H. Lawrence gençken, kırk yaşında anlamış.