Hani bazı yemekler vardır, makarna gibi örneğin. Yaparken de uğraştırmaz, yerken de. “Ben makarna sevmiyorum” diyen birini pek bulamazsın. Bir de enginar gibi yemekler vardır. Yapması ayrı derttir, yemesi ayrı dert, sevenini bulmak ise apayrı dert... Ya sevilir, ya da nefret edilir. İyi tanımadığın bir misafirin geleceğinde, enginar yapamazsın mesela; ama korkmadan makarna yapabilirsin. İşte ben bu kitapta da makarna tadı aldım. Bir Oğuz Atay’ı, bir Borges’i, bir Hasan Ali Toptaş’ı herkese öneremezsin, ama Sineklerin Tanrısı risksiz bir seçim olarak hep orada durur. Çok iyi tanımadığın, tarzını bilmediğin birine bile bu kitabı rahatlıkla önerebilirsin.
Peki, ne mi anlatıyor kitap? Aslına bakarsanız, insanlığa dair her şeyi… İyiyi, kötüyü, hırsı, çekişmeyi, sevgiyi, nefreti, kirlenmeyi, temiz kalabilme çabasını… Daha derine inecek olursak, yakın zamanda gerçekleşecek olan bir atom saldırısından kaçırılıp güvenli bir alana taşınmak isteyen çocukların, uçaklarının saldırıya uğraması sonucu bir mercan adasına düşmesi ve bu adada mahsur kalan çocuklar arasındaki yer edinme çabalarını anlatıyor. “İyilik ve kötülük doğuştan mı gelir, sonradan mı kazanılır?” sorusuna bir cevap arıyor.
Yer yer sıkıcı gelen diyaloglar olsa da ve kendi adıma kitabın biraz fazla uzatıldığını düşünsem de, Sineklerin Tanrısı, süslü cümlelere başvurmayan, sade, fazla yormadan sorgulatan bir kitap. Okunabilir kitaplardan... Yine de ben, kitap okurken biraz hırpalanmak isteyenlerdenim sanırım. Özetle, düşüncem odur ki; okuyun ve kitap önerisi istendiğinde, risk almak istemiyorsanız, bu kitabı önerin.