Rasim Özdenören’in ilk ve son romanıymış bu eser. Bünyesinde iki hikayeyi birden barındırıyor. İlginç bir de tarzı var kitabın zira ilk zamanlarda okurken kişileri algılamada biraz zorlandım ama kitap kendini okudukça açtı. Oldukça naif yazılmış bir eser. Ve edebiyat kokuyor. Neyse kitabın olay örgüsüne gelince.
Güllerin içinde bir adam...
50 yıl boyunca Insanlara bulaşmadan bir taşra kasabasında tek uğraşı gül yetiştirciliği olan; Kumar, içki,bozulmuş yaşamlar,yamalı sevgiler olmadan, aldanışlar, aldatmacalar olmadan geçen bir ömür. Kurtuluş savaşı yıllarından sonra geride bıraktığı ölülere, değişen dünya düzenindeki insanlara kırılarak böyle bir yalnızlık tercih ediyor.
Diğeri ise Sitare ve onu sevdiğini sanan adam arasında geçiyor ve tabi arkadaşları. Adamın kafa karışıklıkları romanın sonuna kadar devam ediyor.
İnsanların sahtekarlıkları ve hayatı yaşanmaz kılmaları, iki yüzlülükleri ile ilgili müthiş konuşmalar geçiyor.
Hikaye daha çok kendini ani modernleştirmeye kaptırmış insanımızı anlatıyor. Hayatların, güvenlerin, sevmelerin bir örümcek ağına bağlı oluşları. Ta ki Gül yetiştiren kahramanımız bir gün bizim dünyamıza gelmesine kadar.Insanları tutup silkelemesi ve bunun da yine bir sinek sesi gibi duyulması ne ağır bir dram. Tıpkı yaşarken ölmek gibi..
Kitapta gül yetiştiren kahramanımızın sorduğu ‘’Sizler nasrani misiniz? Yoksa mecusi misiniz? Hangi millettensiniz?’’ soruları beni dehşete düşürdü.
Verilen mesajlar açısından çok ayrı bir kitap ve Özdenören bunu kendi üslubuyla daha güzel bir yelpazede sunmuş.
Kesinlikle tavsiyemdir.