Asil ve vakur insanımız bir zamanlar halini kimseye söylemezdi. Kan kusar, kızılcık şerbeti içtim derdi. Ama yoksulluk, çâresizlik, her gün ailesine eli boş, boynu bükük dönmek onun da dilini çözdü. Utana utana halinden şikâyet etmek, artık geçinemediğini söylemek zorunda kaldı.
Hâlbuki Cenâb-ı Hak bize müslüman kardeşimizin iffetini korumayı, o halini söylemeden yardımına koşmayı emretmişti. Hz. Ali Efendimiz, bir tanıdığı kendisinden borç istediği zaman, niye ben onun halini daha önce anlayıp yardımına koşmadım da kendisini borç istemek zorunda bıraktım diye üzülmüştü.
Allah Teâlâ, kullarının kimine zenginlik kimine fakirlik verdi. Fakirlere kol kanat germe vazifesini de hâli vakti iyi olanlara havale etti. Ama kulları O'nun aile fertleri durumunda olduğu için işi tesâdüfe bırakmadı. Muhtaçlara yardım etmek üzere bazı kullar yarattı ve onlara insanlara yardım etmeyi sevdirdi.
Şunu hiç unutmamalıyız: Nimetin şükrü vermekledir; insan Allah'ın kendisine karşılıksız verdiği imkânları ihtiyaç sahiplerine vermezse, yani Allah'a şükretmezse, elindeki nimetin el değiştirmesine yol açar; eğer ihtiyaç sahiplerini gözetirse, sahip olduklarının hem elinde kalmasını hem de artıp çoğalmasını sağlamış olur.
(Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Altınoluk Dergisi, Temmuz-2002)