Ailem, annem-babam, tutunabileceğim her şey, bütün dünya, benim için çok erkenden karanlığa gömüldü, basitçe bir gecede karanlığın içinde kayboldu, gözümden uzaklaştı, ya da ben onlardan uzaklaştım. Tam olarak bilemiyorum. Her halükârda erkenden yalnız bırakılmıştım, belki de zaten her zaman yalnız olmuştum. Yalnız olmak, düşünebildiğim kadar eskiden beri meşgul etmişti beni. Yalnız olma kavramı da. İçine kapanıklık kavramı da. Her zaman mümkün olduğunca yalnız kalmayı, olduğum halimle, tasavvur edemezdim, oldum olası. Bunu kafamın içinde yapamazdım, bunu kafama sokmadım ve artık benden dışarı çıkmadı." Dedi ki "Tekrar tekrar buna vardım. Çaresizce ortada durdum. Orda durdum öylece, bağlanışız. Orada uyandım. Ve, maneviyatıma uygun olarak uyanmam gereken yerde değil. Çocukluk ve gençlik, zalim bir yalnızlıktı, yaşlılığımın da korkunç bir yalnızlık oluşu gibi. Sanki doğanın beni sürekli iteklemeye hakkı vardı, sürekli bana, içime, herkesten uzağa, herkese doğru, ama her zaman sınıra. Ne dediğimi anlıyorsunuz: kulaklar, insanın kendi kendini azarlamalarıyla doludur. Ve bir zamanlar bir şarkı, notalara dökülmüş ya da doğal bir müzik parçası duyulduğuna inanılırsa, yanılgıya düşülür: bu da yalnız olmaktan başka bir şey değildir. Ormandaki kuşlarla da böyledir, dizlere çarpan deniz suyuyla da. Asla ne yapacağımı bilemedim, ve bugün hiç bilemiyorum. Şaşırtıcı, değil mi?