On dört yaşında daha... Meleklerinki kadar temiz ruhunda layık olmadığı bir utancı duymuş, çocuk bilincini dehşete boğan bir aşağılanmayı yaşamış, yüreği parça parça olmuş... Ve ondan yükselen son umutsuz çığlığı kimseler duymamış; rüzgârlı, karanlık, soğuk, ıslak bir gecede kendini sulara bırakıvermiş...
Hiçbir şey bana önceki gibi görünmüyordu. Bu ışıklı geniş pencereler, bu güzel güneş, bu mavi gökyüzü, bu güzel çiçek artık bir kefenin rengi gibi beyaz ve solgundu. Yüzümü görebilmek için itişip kakışan bu adamlar, bu kadınlar, bu çocuklar artık hayaletlere benziyorlardı.
Şimdi tutsağım. Bedenim bir zindanda demirlere bağlı; zihnim korkunç, kanlı, karşı konulmaz bir düşüncenin esiri! Tek düşüncem, tek inancım, tek gerçekliğim var: ölüm cezası !
Bu pis dünyadan kaçmak için attığımız onun yaşlı bir adamınkiler gibi sürünen bitkin, benimse kasten güçlü ve sert adımlarımızın sesleri birbirine karışıyordu.
Yeter ki çamura bulanmış bu kağıt parçalarına ölümümden sonra rüzgar bir oyun oynamasın ya da bu sayfalar bir zindan bekçisinin penceresinin kırık camına yıldızlar gibi yapışıp yağmurun altında çürümesin.
Yanılgılarından kurtulmalarını sağlayacak olan bu sayfalar belki bir gün yayınladığında onları zihnin acı çekişi gibi daha önce hiç kafa yormadıkları bir konuyu bir an olsun düşünmeye yöneltecek. Neredeyse hiç acı çektirmeden bedeni öldürmekle övünüyorlar. Hey! Işte bundan söz ediliyor! Manevi acının yanında fiziki acının ne önemi var ? Dehşet ve merhamet, yasalar böyle yapılmış! Bir sefilin son sırdaşı olan bu anılar belki de günün birinde onlara bazı katkılarda bulunacak...