Ta kendisiydi, kuşkusuz!
Ama ne olursa olsun - o değildi de aynı zamanda, o olamazdı, o katil olamazdı. İdam yerinde dikilen adam masumluğun ta kendisiydi.
Şimdilik yalnız iğreti olarak da olsa, kendisinde olmayan insan kokusunu edinmek istiyordu. Elbette insanların belli bir kokusu yoktu, belli bir insan yüzü de olmadığı gibi.
Bunlardan hiçbiri Grenouille’a uymuyordu. Tanrı’yla en ufak bir alışveriş yoktu. Günah çıkarmıyor, yüce bir ilham beklemiyordu. Sadece kendi öz, biricik eğlencesi için çekilmişti mağaraya, kendi kendine yakın olmak için sadece. Başka hiçbir şeyin gölgelemediği kendi varlığı için yüzüyor ve bu ona harika geliyordu. Kendi cenazesi gibi, neredeyse soluk bile almadan, neredeyse kalbi atmaz olmuş gibi yatıyordu o kaya çukurunda - ama öyle yoğun, öyle taşkınca bir hayat sürüyordu ki, dışarıdaki dünyada benim diyen zevkusefa düşkünü benzerini yaşamamıştır.

Asıl kadının şeytanı keşfetmiş olması, ortada şeytanla ilgili keşfedilecek bir şey olmadığının en güvenilir kanıtıydı, çünkü sütanne Jeanne Bussie’nin foyasını meydana çıkarıvereceği kadar da aptal değildi herhalde şeytan. Üsteşik sözümona burnuyla! O ilkel koklama organıyla, beş duyunun en değersiziyle. Sanki cehennem kükürt, cennetse buhur ve mür ağacı kokarmış gibi!
“Öyle, iş oraya varacak." Ama Victoria'nın gerçekten bozulduğunu görünce "Ama bir gün tekrar dönebilirim. Yeryüzüne bir kez daha çıkabilirim" diye ekledi.
"Evet, ama onu yanında getirme. Burada onunla ne yapacaksın?"
"Tamam, yalnız da gelebilirim."
"Söz mü?"
"Peki söz. Ama bu seni niye ilgilendiriyor ki? Bunu dert etmeni gerçekten beklemiyordum."
“…Doğru, çünkü her şey gerçektir ormanda,” dedim. “Ata bak, soylu, insana yakın bir hayvan; veya insanı besleyen, onun için çalışan şu boynu bükük, düşünceli öküze, onun suratına bak. Ne mazlum, onu sık sık döven insana karşı bağlılığını gösteren, ne tatlı, açık bir bakışı var, yüzü de ne kadar güzel! Günahsız olduğunu bilmek insanı büsbütün duygulandırıyor. Evet, insandan başka her şey temiz ve mükemmeldir; İsa bizden önce onlarladır…”
“… gerçekten, yeni kuramlar bile, suçunun sadece onu baskı altında tutan güce karşı bir isyandan ibaret olduğu fikrini aşılamaktadır. Toplum, ezici gücüyle suçluyu kendinden koparıp atar…”
“…ilkin kendi kendinize yalan söylemeyin. Kendi kendine yalan söyleyip yalanını ciddiye alan insan sonunda ne kendinde, ne de çevresinde gerçeği seçemez olur, böylece hem kendisine, hem de başkalarına saygısızlık eder. Saygının olmadığı yerde sevgi de kaybolmaya başlar. Bunun boşluğunu doldurmak, gönül eğlendirmek için kendini çeşitli tutkulara, kaba zevklere bırakır, ahlaksızlığını hayvanlığa vardırır; bütün bunlar durup dinlenmeden kendisine ve çevresine yalan söylemesinden doğmaktadır.
Kendi kendine yalan söyleyem herkesten önce alınır. Bazen alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan, kimseden kötülük görmediğini; kırgınlığı kafasından uydurup laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar, büyük bir zevkle gücenir ve bunu gerçek nefrete kadar da götürür…”
Kulaktan işittiği bir görüşü bozduğu, değiştirdiği ya da onu hiç gerekmediği bir yere yerleştirdiği de olurdu: Böylece ortaya saçma sapan bir söz salatası çıkıyordu.