Çok çile çeken bir insan varsa bildiğiniz
ona benzerim benzesem benzesem,
daha da büyük çilelerden söz edebilirim size,
tanrıların buyruğuyla çekmediğim acı yok benim.
Sayfa 120 - Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okuyor
Oysa taliplerin her biri birer efendidir, ama uşaktan daha aşağılık gösterir Homeros onları, akıl ve doğruluktan pay almamışlardır çünkü. Tutkularına kapılarak davranan bu adamlar, insanın insanı sömürmesinin yıkımla sonuçlanacağını kanıtlar bize.
Laikliğin temeli, dini inançların dünya işlerinin düzenlenmesine karıştırılmamasıdır. Buna uyulmazsa, demokrasinin gereği olan uzlaşı kültürü yeşeremez. Birinin savunduğu görüşe bir başkası, Allah'ın iradesini dile getirdiğini iddia ederek karşı çıkıyorsa,
Allah'la tartışılamayacağına göre, hiçbir uzlaşı umudu kalmaz. Böyle bir kör dövüşü de demokrasiyi boğar. Demokrasinin vazgeçilmez ikinci temel değeri hoşgörüdür. Bu da, toplumsal işlerde değişik görüşlerin savunulmasının doğal karşılanmasını gerektirir. Tekseslilik, tekbiçimcilik (üniformacılık, "üniforma" tekbiçim demektir) demokrasiyle bağdaşmaz. Demokrasi çoğulculuğa dayanir. Bu ses çoğunluğa ait bile olsa, tek sesin egemen olduğu yerde demokrasi kalmaz. Hele iktidarin "benim gibi
düşünmeyen vatan hainidir" dediği bir ortamda demokrasi nefes alamaz. Hoşgörünün doğal sonucu da şiddetin
dışlanmasıdır. Demokrasi, dövüşerek değil konuşarak işleyen bir düzendir.
Bizi şartladıkları düşünce tarzı şöyle özetlenebilir: Bir şey ya beyazdır ya da
karadır; ya güzeldir ya da çirkindir; ya doğrudur ya da yanlıştır; ya katıdır ya da sıvıdır; ya dişidir ya da erkektir... Uzatmayayım, ya hayvandır ya da insandır. Oysa, gerçeklikte saf varlık yoktur. Saf nesneler ancak laboratuvarlarda uğraşarak üretilir. Yani saflık yapaydır. Gerçek dünyada nesneler, "ya şu ya da bu" değil, "hem şu
hem de bu"dur. Ama şimdi söyleyeceğime çok dikkat et: Bu karmalkta daima "egemen bir yön"vardır. Bu yön de, karma yapıyı oluşturan bütün özelliklere rengini verir. İkinci çok önemli nokta da şudur: Her gerçek daima "şu ya da bu türden bir değişim, bir dönüşüm,
bir hareket" içindedir.
İnsan, üretim ve tüketim araçları üretirken, aynı zamanda, bu araçları üretme, kullanma ve geliştirme donanımına ve yeteneğine sahip bir varlığı, yani kendisini de yaratmıştır.
Bir sürü bilgi transferi bu masallar ve mitler yoluyla aktarılmış oluyor. Örneğin hepiniz Kırmızı Başlıklı Kız masalını biliyorsunuzdur değil mi? Bu masal büyükannesine gitmek üzere evden ayrılan küçük kızın yoldan çıkıp kurtla karşılaşmasıyla başından geçenleri konu ediyor. Dikkat ederseniz masalda kurduk kimse suçlamaz, Kırmızı Başlıklı Kız yolunu değiştirip ormana girmeseydi ve hiç tanımadığı kurdun sözüne kanmasaydı başına tüm bunların gelmeyeceği vurgulanır. Minicik bir çocuk bu ve benzeri masaları dinleye dinleye başına büyük davranmaması gerektiğini, ebeveynlerin sözünden çıkmanın kendisine pahalıya mal olacağını, tanımadığı kimselerden zarar görebileceğini farkına varmadan öğrenir. Ataerkil kültür kendisini kuşaktan kuşağa aktarmanın yolunu bu şekilde bulmuştur, masallar ve mitoslar kültürün inancın taşıyıcısıdırlar.
Aslında düşününce bugün bile hangi bilgilerin bize ait olduğunu hangilerinin bu anlatıp geleneği ve eğitimlerle bize aktarıldığını belirlemek gerçekten zordur. Toplumların genel eğilimi bu tür anlatılarla kendilerine yüklenen değerleri, gelenekleri ve yaşam biçimlerini özellikle de inançları sorgulamadan kabul etmek yönündedir.
Eğer ölümsüz olduklarına inanılan bu tanrılar ölmüşlerse, o zaman tanrılar insanı değil de insanlar tanrıları kendilerine benzer biçimde yaratmış olmuyorlar mı?