Nasıl da çaresiz şu insan denen şey. Zayıflığından hiçbir şey yapamıyor ve yaptığı her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor. Bir şeyi yıkmadan, yeni bir şey kuramıyor.
Biriyle tanışmak yeni bir yolda yürümeye benziyor.
Sen çok güzel bir yoldun, benim elimde olduğundan haberim olmadığı koltuk değneklerini hatırlatan.
Kendime bir tuzak kurdum ve bekledim, senin kalbini bu tuzağa yem ettim.
Döndüm dolaştım.
Düştüm kalktım.
Saklandığım yatağın altına başını uzattın.
Koltuk değneklerini attım, ona kadar saydım ve kalbine tırmandım.
''İyi tarafıyla herkesi seversin. Önemli olan kötü yanlarıyla da birini sevebilmektir. Her saflığın, içinde deliliği barındırdığı gibi, canavarlar da hüzünlüdür.''
''Canavarlar'' dedim. ''Sevilmeyi keşfettiklerinde canavar olmayı belki bırakırlar.''
Artık ne o, ne Mualla Hanım.
Bu, nikbin (iyimser) devirlerin masalları gibi, kırk gün kırk gece süren düğünlerin sevinciyle bitmiyor. Biz onlardan çok uzağız. Onlar kadar sevmiyoruz, kendimizi vermiyoruz, şüphe ve tereddüt ediyoruz.
"Daha gençsin. Daha gençsin." bu sözü, bana ilk defa söylüyorlardı. Daha, daha... Ne korkunç bir edattı bu! Biraz sonra, bunun yerine "henüz" kullanılmağa başlanacaktı. "Henüz ihtiyarlamamışsın. Henüz o kadar ihtiyar değilsin," denilecekti.