Fransız mandası altında yaşayan Hatay’da bütün Türk gençleri gibi önceleri Türkçü olan Cemil Meriç, Büchner’in Madde ve Kuvvet’ini okuduktan sonra materyalist ve ateist, üniversite tahsili için geldiği İstanbul’da Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi gibi aydınlarla tanıştıktan sonra da Marksist olmuştu. Daha sonra Fransızca kanalıyla keşfettiği Hind’e yönelmiş, kısacası yolunu düşürmediği mabet kalmamıştı. Ama yolu kendi ülkesine düşmüyordu bir türlü. Bir gün Konya’ya giderken yol arkadaşlığı yaptığı üniversiteli bir genç, anlattıklarını dinledikten sonra “Sen bizden değilsin!” deyince yaşadığı büyük şok, kendi tabiriyle “uçurumun kenarında uyanmasını” sağladı. Bu uyanışı anlattığı yazısında da şöyle diyordu:
“Bu hüküm hakikatin ta kendisi idi. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: Aldanmak ve aldatmak. Bu lânet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek, hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmağa başladım. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş, Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.”
***
Cemil Meriç, sonunda Bu Ülke’ye, yani evine dönmüş ve eve dönemeyenlerle mücadeleye başlamıştı. Ama evin dışına adımını atmamış, dünyadan bîhaber yaşayanlarla uğraşmak da zordu. Onu okuduktan sonra anlamıştık ki, bir evimiz olduğunu asla unutmadan, onu asla ihmal etmeden dünyaya açılmak en doğrusudur. Büyük yazarı doğumunun 100. yılında rahmet ve minnetle anıyorum.