Çünkü biz, zihinleriyle misket oynayanlar, beyinlerini uçurtma niyetine uçuranlar, toprağın yiyemediği plastikler gibiyiz. Herkes ölür, biz kalırız. Ne ölü, ne diri. Mutluluğu tanıyamayız. Görsek bile tanımayız ... Doğuştan efkarlı adamlar!
Madem doğdun, yaşayacaksın! Ne kadar acı çeksen de, ne kadar kendinden nefret etsen de, nefes almaya, uyanmaya devam edeceksin. Çünkü insansın. Doğal değilsin. Doğanın üstündesin! Dünyanın Tanrısı sensin! ..
Herkesin kendine göre bir hücresi var. Bazılarınınki daha genişse, neyi değiştirir? Mahkum olduktan sonra hayata, fark eder mi üçe üç bir oda ya da binlerce kilometrekarelik bir ülke?
Hayat bu işte! Sırf kendi evinde ölebilmek için, emekli olana kadar yıllarca çalışanların hissettiklerini anlıyordum. Sahibi olduğu bir evde ölmek tek amacıydı, para için çalışan insanın.
Çözemediğim, beş duyumla algılayamadığım bir şey. Bir bokluk var bu hayatta! Ve söylerken o kadar farkındaydım ki, o bokluğu hiçbir zaman çözemeyeceğimin.
Ne ölüm, ne de hayat! Hiçbiri kovalamıyor beni rüyalarımda. Hiçbirinin eli bana değmiyor. Çünkü ellerim ceplerimde hiç olmadıkları kadar. Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim.
Ölüyü gömmek de dostluk, aşk gibi kavramları yalanlayan en büyük doğa geleneği. Ki bu gelenek hayatta kalana unutmayı emrediyor. Unutmak için toprağa gömmeyi. Yoksa kokutuyor cesedi. Çürütüyor gözlerinin önünde artık nefes almayan dostunu, sevgilini ...
Yalan ancak ayrıntılarla gerçek olur.
Birini kandırmanın en iyi yolu ayrıntılardır. Tabii bu ayrıntıların sayısı arttıkça, daha sonra hatırlanması gerekenlerin de sayısı artar.
Mucizeler bitti. Doğmak yeterince mucizevi. Başka bir tane daha beklemek aptalca. Ölmek de ikincisi. Bunların arasında da hiçbir şey yok. Kimse beklemesin ...