Anlamıyor musun Necip? Devlet işgale uğramış... Devlet bitmiş. Devlet mi kalmış ortada! Şunu da bil ki son kale burasıydı. Son kale de düştü... Düşürdüler.... Ancak askerim şahittir. Hükümetin teslim olun iradesini, Padişahın İrade-i Seniyyesi'ni reddettim. Kabul etmedim. Etmem de! Çünkü asıl İrade-i Seniyye burada!
Eliyle kalbini gösterdi...
- Kalbim dursun Necip... Bu bayrağın gölgesi altında kalbim çarpmayacaksa bırak dursun. Bu gözlerim al bayrağımı yıldızını ve hilâlini görmeyecekse, bırak görmesin. Hele ellerime esaret kelepçesi takılacaksa, ayaklarıma prangalar vurulacaksa, şu bozguncuların eline geçeceksem bu vücudumun mevcudiyeti artık hiç önemli değil...
Paşa elini kaldırıp Necip Bey'in sözünü kesti:
-Beni avutma... Teselli etme. Bu Medine'de tek avutulmayacak insan benim ve hiçbir şey beni teselli edemez...
Ancak şunu da bilmenizi isterim ki burası yani Medine sadece bir kale değildir. Peygamberin kutsal türbesini taşıyan Medine-i Münevvere'dir. Onu İslam'ın halifesine yüksek efendilerine isyan eden küçük bir haydut şebekesine veya bir İngiliz yüzbaşısına teslim edemem
Bu kara haberi getiren kasırganın yerinde nice acı, nice hüzün, nice kan birbirine karışıyor, koyu bir bilinmezlik, belirsizlik, bu koskoca devletin altı yüz senelik devletin, altı yedi sene içerisinde yıkılmasıyla daha da artıyordu...
Nasil ki Fahreddin Paşa diğer cephelerden habersiz ise memleketin diğerr yerlerinde, diğer cephelerinde savaşanlar da ondan habersizdiler. Hale İstanbul'da bulunan devletin ileri gelenleri kendisini unutmuş gibiydiler.
Bu yürüyüş esnasında burnuna misk gibi güzel kokuların geldiğini duyunca tebessüm etti.
-Bu koku misk ü amber ağaçlarından geliyor. Bu koku, Peygamber Efendimizin türbesini çevreliyor, sarmalıyor...
Bizi bir hurma çekirdeğine muhtaç edenler, bizi mezara kefensiz gömülmeye mecbur edenler, çamurlu sular içmek zorunda bırakan isyancılar... Şunu iyi biliniz ki hiçbir şey bizi yıldıramaz. Ne açlık ne de susuzluk... Bizler, ölümü kucaklamaya ant içmişiz... Bundan sonrası için ne gam ki?