En yüce dağların bembeyaz karı,
Eşinin ahbabı, sırdaşı, yâri
Çiçek bahçesinde gezinen arı,
Dünyanın en güzel balıdır kadın!
Her bir davranışı hayat okulu,
Bakışları asil, şefkat dokulu,
Gülistan içinde amber kokulu,
Muhabbet gülünün alıdır kadın!
Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yudum yılları
Ağla, ağla Firuze ağla
Anlat bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu
Kıskanır rengini baharda yeşiller
Sevda büyüsü gibisin sen Firuze
Sen nazlı bir çiçek, bir orman kuytusu
Üzüm buğusu gibisin sen Firuze
Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yılları
Ağla, ağla Firuze ağla
Anlat bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu
Kıskanır rengini baharda yeşiller
Sevda büyüsü gibisin sen Firuze
Sen nazlı vir çiçek, bir orman kutusu
Üzüm bugusu gibisin sen Firuze
Lâle’nin sert maskesinin altında bir alay av köpeğinin muhasara ettiği ve kaçacak delik bulamayınca dövüşerek ölmeye karar veren bir tilki yavrusunun pat pat atan kalbi var. Av köpekleri onun için Yediler... Birer kurt kurnazlığıyla onu pusuya düşürmüşler, tahkir ve tezlil etmişler, yüzüne karşı “Tatarcık” diyerek ona Poyraz Köyü’ndeki bunca senedir yalnız şuurunun altında hissettiği bir yabancı, bir sığıntı mevkisini hissettirmişler. Tatarcık! Bunda ta babasıyla başlayan, babasının hayatını zehirleyen bir mâna var. Ve bunu hem de aralarından en sevimlisi, en nazik görünen Recep’e söyletmişler... Haşim’in menfur, menhus kara gözleri nasıl zaferle parlamış, Zehra nasıl sinsi sinsi onunla alay etmiş...
Böcekler, kurbağalar yorulmuş gibi sustu. Güneş erimiş, hava erimiş, dünya gevşemiş... Ağaçların arasına lal rengi, hüzünle taşan bir akşam inmiş... Bülbüller yer yer dem çekiyor...
Âdeta kalbi kırık, gözyaşıyla dolu akşam içini çekiyor gibi. Yaprakların arasından, üstüne menekşe moru, çiçek rengi gölgeler dolaşan firuze renginde yorgun, dalgın bir deniz uzanıyor.
Uzun süre, renkleri anlatmak, onlarla büyük bir deneme yüzü göstermek için patikalarda, bahçelerde, kırlarda, deniz kıyılarında dolaştım; sokaklarda, çarşılarda, saçakaltlarında, çiçek dükkânlarının önünde bekledim.Her gittiğim, her seyrine daldığım yerde koyu ergüvanî, bakır, lal, samanı, Edirne kırmızısı, firuze mavisi, küllenmiş çağla, yaşağaç yeşili, tirşe, narkabuğu, Çin beyazı, mor, vişne çürüğü ve karaşinler boyuna boğazıma sarılıyor, ellerime, ayakla nma yapışıyordu.Bir gün Bedri Rahmi Eyüboğlu 98 çeşit yeşil olduğunu söylemişti. O günden sonra ona yunus balığı gibi dilsizleşerek baktım. Ressamları hep severim.
* Ölümsüz adlı deneme
Ve bir Ankara'nın gri yarasında daha,
Içimi Sezen ile pansuman ediyorum.
Küflenmiş duvarlarıma çarparken agresif duygularım,
'Sarı Odalar' şarkısı ile sakinleşiyorum.
Ve bir Ankara'nın gri yarasında daha,Içimi Sezen ile pansuman ediyorum. Küflenmiş duvarlarıma çarparken agresif duygularım,'Sarı Odalar' şarkısı ile sakinleşiyorum. Biraz 'Firuze' çekiyorum gözlerime,Biraz da 'İstanbul İstanbul Olalı'Sonra kederli bir güzellik ile kadınlaşıyorum.Dudaklarımda 'Keskin Bıçak'Dudaklarımda 'Kolay Olmayacak'Sezen'in sesini kendime dost ediniyorum. Kalbimde yaralarımı yiyen obsesif böcekler varken, Bir çay söylüyorum içimdeki aşktan kadınlara...İçimde ki yarım çocuğada biraz pamuk helva.Ertelenmiş sevmelerime bir acı kahve eşliğinde 'Geri Dön'diye fısıldarken, 'Herkes Yaralı' şarkısına sarılıyorum. Gri vertigolu bir Ankara akşamında,Kulaklarımdan bir anestezi gibi, Sezen almazsam kalp evimden içeri,İllegal ağrılar çekip, çirkinleşiyorum. Öyle yaralı öyle yaralıyım ki...Her günüme bir kaç doz Minik Serçe serpiştirmezsem, Öleceğim vertigolu bir Ankara akşamında, Sessizce.