Buraya kadar genel hatlarıyla üzerinde durduğumuz Batı edebiyatında gerçekçilik akımının yansımalarıyla eserlerini oluşturan belli başlı gerçekçi yazarlar bağlamında
gerçekçiliğin özünü insan ve çevresinin oluşturduğu sonucuna varılabilir. 19. yüzyılın tüm gerçekçi yazarları, gerek soylu gerekse yoksul insanlar aracılığıyla yaşadıkları dönemin toplumsal koşullarına objektif bir bakış açısıyla dikkat çekerek
yazdıkları eserlerde hayatın gerçeklerini görmeden yaşanılamayacağını gözler önüne sererler.
“Şiirsel gerçekçilik” ve “humor” kavramları üzerinde Wolfgang Preisendanz gerçekçi şairi şöyle tanımlar:
“Gerçekçi şair, nesnelerin hâkimiyetine girmediği gibi onların sübjektif esaretine de düşmeyen kimsedir.”
Macar edebiyat bilimcisi Georg Lukacs “Avrupa Gerçekçiliği” adlı eserinde gerçekçiliğin bu özelliğini şöyle gösterir:
“Flaubert (kendi öğrencisi olan) genç Maupassant’a bir ağacı, onu bütün ağaçlardan ayıran özellikleri keşfedene kadar gözlemlemesi, ancak ondan sonra o belli ağacın biricik niteliğini uygun bir biçimde dile getirecek sözcükleri aramasını söylerdi.”
Gerçekçi bir eserde yazar ve
kahramanının ilişkisi göze çarpan bir özellik değildir. Bu durum edebiyat araştırmacısı Rauf Mutluay’ın çalışmasında İvan Sergeyeviç Turgenyev’in (1818- i.1883) sözleriyle şöyle tanımlanır:
“Romancı ile roman kahramanları arasındaki göbek bağı kesildi.
kaynak: I_A_GONCHAROVS_NOVEL_OBLOMOV_IN_CONCEPT_OF_RUSSIAN_REALISM_Rus_Gerçekçiliği_Bağlamında_İ_A_Gonçarovun_Oblomov_Adlı_Romanı_