Gönderi

İnsanın atası olan ve iki ayağının üzerinde doğrulan ilk primat, bu hareketi yaparken, başını hemen yanındaki ağacın kalın dalına çarpıp beyin travması geçirdi. Ve genetik olarak nesilden nesle aktarılan bu travmanın, insanlık tarihini değiştiren iki sonucu oldu. Öncelikle, beynin büyük bölümü kullanılamaz hale geldi. Dolayısıyla o primatın torunu olan insan da, beynin geri kalanıyla idare etmek zorunda kaldı. İkinci sonuç da şuydu: Bir ağaç dalından yediği darbeyle başlayan çevre korkusu, insan varlığının omurgasını oluşturdu. Eğer o primat yaşamını diğer hayvanlar gibi dört ayağının üzerinde sürdürebilseydi tabii ki her şey farklı olacaktı. Ancak bir noktadan diğerine, sürekli dört ayak üzerinde ilerlemek de, yolda tecavüze uğrama ihtimalini artırdığından, doğrulmaya mecburdu. Yine de bunu yapmadan önce yukarı baksa iyi olurdu. Neyse, sonuçta hepimiz o atamız yüzünden geri zekâlı ve korkak doğuyorduk. Dolayısıyla hiçbir şey bizim suçumuz değildi. Hatta bir bakıma, hayli ilerleme kaydetmiş bile sayılabilirdik. Ne de olsa, kimliğimizin vazgeçilmez bir parçası olan o ortak korkumuzu sonunda tanımlayabilmiştik. Aslında bu korku, deneyimlerimizden yola çıkarak yazdığımız bir felaket senaryosundan başka bir şey değildi. Bir ada ihtiyacı vardı ve inanılabilirliği açısından Latince olması şarttı: Bellum omnium contra omnes. Herkesin herkesle savaş hali! Bu bir olasılıktı ve olabileceklerin en kötüsüydü! Dolayısıyla gerçek korku kaynağımız buydu! Öyle ki, canımızı silahlarla, ırzımızı kumaşlarla ve malımızı duvarlarla korumanın yollarını arıyorduk... Hatta mümkünse kimseye görünüp yakalanmadan doğup, yaşayıp ölmek istiyorduk. Çünkü herkesin herkesle savaş halinde olması, kimsenin güvende kalamayacağı bir kıyametti ve bunu biliyorduk. Gözü sürekli karımız ve paramızda olan komşumuzu kim durduracaktı? Bir gece bize saldırmaması için herhangi bir neden var mıydı? Peki ya komşumuzun, bizim ellerimize geçmek için yalvaran karısı ve parasının yakarışlarını nasıl duymazdan gelebilirdik? Kim içimizdeki kıskançlığa son verebilir, kim bizi herkese ve herkesi bize savaş açmaktan alıkoyabilirdi? Her ne kadar iki ayağı üzerinde doğrulmuş olsa da hayvanlığından zerre kaybetmediğine kanıt olan bu soruları sorarken, insanlığa kutsal bir işaret geldi: Teklik kavramı. Aslında bu işaret o kadar da kutsal değildi. Sadece bize hayat veren yıldız sayısıyla ilgiliydi. Güneşle ayın aynı gökcismi olmadığını ve baharı getiren sarı şeyin aslında tek olduğunu anladığımız gün, çevremizde gördüklerimizi taklit etmekte en az bir şempanze kadar başarılı olduğumuzdan, aklımız derhal teklik kavramıyla dolup taştı. Sonuçta her şeyi teke indirmek için uğraşmaya başladık. Çünkü doğrusu buydu! Tek tanrı, tek lider, tek devlet, tek ulus... Ancak hepsinden önce, tek düşman! Teklik kavramı bir buluş, bir mucizeydi. Sonunda, herkesin herkesle savaşma ihtimalini, herkesin tek kişiye karşı savaşması gerektiğini savunarak sonsuza kadar ortadan kaldırabilirdik. Evet, linç, bir tür savaştı. Çoğunluğun azınlığa karşı açtığı bir savaş. Tek olana karşı verilen bir savaş. Her şeyin olduğu gibi, elbette bunun da bir Latincesi vardı: Bellum omnium contra unum. Dolayısıyla, bu tek düşmana karşı verilen savaşta, önce aileler, sonra kabileler, en sonunda da topluluklar bir araya geldi. Ve icat edilene kadar eksikliği hep hissedilmiş olan toplum sonunda yaratılmış oldu. Peki, bütün o insanların bir araya gelmesi için, ihtiyaç duyulan tek düşman kim miydi? Ne önemi vardı ki! Kimin umurundaydı! Hem savaşlarda, düşmanın adı olmazdı! Düşman, düşman olarak bilinirdi! Çünkü bir adı olduğu fark edilince bir insan olduğu da hatırlanabilir ve savaş artık o kadar da soğukkanlı geçmeyebilirdi! Tarih, savaştığı insanların, örgütlerin, ülkelerin adlarını bilmeyen askerlerle doluydu! Sonuç olarak, tek düşmanın adının hiçbir önemi yoktu. Önemli olan, o tek düşmanı linç etmenin sonuçlarıydı: Linç varsa birlik vardı. Birlik varsa kaos yoktu. Kaos yoksa ticaret vardı. Ticaret varsa ilerleme vardı. Ve ilerleme varsa, daha çok ticaret vardı! Sonra da daha çok ilerleme! Geberene kadar ilerleyebilirdik artık! Böylece iki ayağımızın üzerinde boşuna doğrulmamış olduk. Geleceğe doğru dev adımlar atmak için hazırdık ve bütün bunlar harikaydı! Tek düşmanın kovalandığı bir toplumda ayrışma, iç kavga, huzursuzluk asla ortaya çıkmıyordu. Komşuyla ve onun komşusuyla ve de onun komşusuyla ve de bütün ülke nüfusuyla aynı kişiden ya da aynı şeyden nefret etmek çok rahatlatıcıydı! Öyle bir güven veriyordu ki insanlar hiç olmadığı kadar ahenk içinde kan dökebiliyordu. Ahenk içinde kan dökmek, bir toplumu toplum yapan her şeydi. Hatta bir toplumun ne denli ileri ve huzur içinde olduğunun kanıtıydı. Bu yüzden, günümüzde, gelişmiş devletler, düşmanlarını uzun zaman önce teke indirebilmiş olanlardı. Böylece o tek düşmanın karşısında iç hesaplaşmalarına son verip birlik olabilmişlerdi. Hatta zaman içinde sömürmeyi alışkanlık haline getirdikleri coğrafyaların benzer bir aşamaya geçememesi için de ellerinden geleni yapmışlardı. O coğrafyaları, daima, herkesin herkesle savaştığı bir halde tutarak zayıf bırakmışlardı. Bunun sonucunda da, ortaya, linç disiplini hiç gelişememiş olan, Ortadoğu gibi bölgeler çıkmıştı. Linç birliği gelişemediği için her sokağında ayrı bir linç yaşanıyordu. Dolayısıyla bütün o halklar daima güçsüz kalıyordu. Oysa biraz gözlerini açabilseler, özellikle de dini kültürlerinde linçin ne denli birleştirici bir unsur olarak yer aldığını görebilirlerdi. Mekke’de hac sırasında, binlerce insanın bir araya gelip şeytan taşlaması, linç birliğinin kusursuz bir örneği değil miydi? Kim olursan ol, gel ve şeytanı taşla! Tek yapmaları gereken, birbirleriyle savaşmaktan kurtulup, tek bir düşmanın karşısında birleşmekti! Kendi aralarındaki anlamsız recme son verip, gerçek büyük linç için bir araya gelmek! Aynı, gelişmiş devletlerin yaptığı gibi! Yine de Ortadoğulular da ellerinden geleni yapıyordu tabii... Becerebilirlerse diktatörleri, yakalayabilirlerse de Batılı diplomatları linç ederek, yerel ölçekte de olsa çağdaş bir toplumun tohumlarını atmak için çabalıyorlardı. Sonuçta, linç, insanın kanındaydı. Doğasının bir gereği olarak her yerde vardı: Ailede, okulda, semtte, toplumda, uluslararası ilişkilerde, her yerde. Hatta her gün onlarca devlet bir araya gelip ortak bir düşman ilan ediyordu. Bu ortak düşman devlet sayesinde, en az bir konuda anlaşmış oluyor, böylece kendi aralarındaki gündelik pazarlıklarına daha rahat geçebiliyorlardı.
Sayfa 359Kitabı okudu
·
55 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.