Gönderi

Çocukluk anıları
Konağın avlusu her zamanki gibi manastır soğukluğundaydı. Renée, direkli yolda, omuzlarına dökülen rutubetten memnun, dolaştı. Kenarları aşınmaktan parıldamış, yosundan yemyeşil yalağa yaklaştı; yarısı aşınmış aslan kafasına, demir bir borudan ince bir su akıtan aralık ağza baktı. Christine'le [kız kardeşi] ikisi bu başı kimbilir kaç defa küçücük kolları arasına almış, eğilerek, ufacık ellerinin üzerine buz gibi akışından hoşlandıkları suya kadar ulaşmaya çalışmışlardı. Sonra Renée o sessiz, büyük merdivenden yukarı çıktı, iç içe geçmiş geniş odaların sonunda babasını gördü; uzun boyu ile orada duruyor, bu köhne konağa, kız kardeşi öldükten sonra büsbütün içine kapandığı bu mağrur inzivaya ağır ağır gömülüyordu. Renée, o zaman, ormandaki erkekleri, o öteki ihtiyarı, yastıkların üzerine uzanarak vücudunu güneşte gezdiren Baron Gouraud'yu düşündü. Üst katlara doğru yürüdü, koridorlara daldı, servis merdivenlerinden çıktı, çocuk odasına kadar gitti. En yukarı kata varınca, anahtarı her zamanki çivisinde buldu; bu iri, paslı çivinin üstüne örümcekler ağ örmüşlerdi. Kilitten iniltili bir gıcırtı yükseldi. Çocuk odası ne kadar da kasvetliydi! Renée bu odayı bu kadar boş, bu kadar hüzünlü, bu kadar sessiz görünce kalbi burkuldu. Güvercinliğin açık bırakılan kapısını örttü, sanki çocukluğunun neşeli zamanları o açık kapıdan uçup gitmişti. Sertleşmiş, kuru balçık gibi yarılmış bir toprakla dolu duran saksıların karşısında durdu, bir zakkumun dalını parmaklarıyla kırdı; bembeyaz toza bulanmış bu sıska bitki iskeleti, onların canlı bir yeşillikle dolu çiçek bahçelerinden geriye kalan biricik şeydi. Hasır bile, rengi atmış, fareler tarafından kemirilmiş bir halde, bir kefenin hüznü içinde serili duruyor, sanki senelerdir, kendisine vaat edilmiş olan o ölü kadını bekliyordu. Bir köşede, bu sessiz kederin, sessizliğinde gözyaşları sezilen bu bakımsızlığın ortasında, Renée eski bebeklerinden birini buldu. Bebeğin içindeki kepek bir delikten tamamıyla akıp gitmişti; porselenden kafası, bebekçe çılgınlıklar yüzünden tükenmişe benzeyen bu pörsük vücudun üstünde, mineden dudaklarıyla hâlâ gülümsüyordu. Renée ilk çocukluk çağının bu bozulmuş havası içinde boğuluyordu. Pencereyi açtı, uçsuz bucaksız manzaraya baktı. Orada kirlenmiş hiçbir şey yoktu. Açık havanın sonsuz neşesi, sonsuz gençliği hâlâ oradaydı. Arkasında, herhalde güneş batıyordu; Renée, şehrin çok iyi tanıdığı bu köşesini sonsuz bir yumuşaklıkla yaldızlayan gurubun ışıklarını görüyordu. Bu, günün son terennümüydü âdeta, bütün her şeyin üzerinde ağır ağır uykuya dalan neşeli bir nakarat gibiydi. Aşağıda, iskele kızıl alev pırıltıları içindeydi; Constantine Köprüsü'nün demir halatları, köprü ayaklarının beyazlığı üzerinde siyah danteller gibi görünüyordu. Sonra, sağda, şarap haliyle botanik bahçesinin gölgelikleri, yeşilimtırak yüzeyi göğün sisleri arasında kaybolan durgun ve yosunlu büyük bir su birikintisini andırıyordu. Solda, IV. Henri rıhtımıyla Rapée rıhtımı üzerindeki evler, Renée ile kardeşinin çocukken, yirmi sene önce, orada gördükleri o aynı evler, aynı kara sundurmaları, aynı kırmızımtırak fabrika bacalarıyla sıralanıyordu. Ağaçların tepesinden, Salpêtrière'in veda eden güneşle mavileşmiş arduvaz damı, ona birdenbire eski bir dost gibi gözüktü. Fakat onu asıl teskin eden, kalbine ferahlık veren şey, külrengi uzun rıhtımlardı, özellikle Seine nehriydi, kabarıp pencereye kadar yükseleceğinden korktuğu o mutlu çocukluk günlerinde olduğu gibi, ufkun ta öbür ucundan dosdoğru üzerine gelişini seyrettiği o dev nehirdi. Nehre karşı duydukları sevgiyi, onun azametli akışına, ayaklarının dibine dümdüz serilen, etraflarında, arkalarında, iki kol halinde açılan, ucunu bucağını görmedikleri halde engin ve saf okşayışını hep hissettikleri o uğultulu suyun çırpıntılarına karşı meftunluklarını hatırlıyordu. Daha o zamandan süsü seviyorlardı; gökte bulut olmadığı günler, Seine nehri beyaz alevlerle benek benek yeşil ipekli güzel fistanını giydi diyorlardı; suyun yüzünü kırıştıran akıntılar, bu fistana atlastan büzgüler ekliyor, uzakta, köprülerin çevresinden ötede, yer yer aydınlıklar güneş rengi kumaş parçaları gibi yayılıyordu. Renée başını kaldırıp alacakaranlıkta azar azar eriyen tatlı mavi engin göğe baktı. Kendisine suç ortaklığı eden şehri, bulvarın parıl parıl gece hallerini, ormandaki sıcak ikindileri, büyük, yeni konakların donuk ve çiğ gündüz hallerini düşünüyordu. Sonra başını eğip de çocukluğunun asude ufkunu, içinde huzur dolu bir hayat geçirmeyi hayal ettiği, şehrin o esnaf ve işçi yatağı olan köşesini bir bakışta tekrar gördüğünde, dudaklarını son bir acılık bürüdü. Ellerini bitiştirdi, çöken gece karanlığı içinde hıçkıra hıçkıra ağladı.
Sayfa 336 - Yordam EdebiyatKitabı okudu
·
52 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.