Gâyesinin ne olduğunu şu şekilde dile getirir: “Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”
(
Şualar, s. 497 - 498)
Ne muazzam bir îman! Ne kutlu bir dâvâ! Ne mübârek bir gaye! Evet, hayatının gâyesi buydu.
“…gençleri ve Müslümanları îmana davet ediyorum” (
Şualar, s. 497) sözü bize “Yâ eyyuhellezîne âmenû âminû…” diye başlayan “Ey îman edenler!… îman edin.” (Kur’ân-ı Kerîm, Nîsa Sûresi, 136. Âyet-i Kerîme Meâli/