Ne zaman yürümeye çalışsam düşerdim. Sanki arkadan bir güç iterdi de beni, yüzüstü yere
kapaklanırdım; ya da sanki önümden bir şey bana abanırdı da, arka üstü yere otururdum. Beni ezmek
isteyen havanın baskısıydı bu, beni derinliklerine çekmek isteyen toprağın çekişi gibiydi. Hepsinin
ortasında da ben vardım, ayağa kalkmak için, ellerimle kollarımla mücadele eden, debelenen ben.
Ama düşer dururdum, uçsuz bucaksız bir denize atılmış, batmaya başladığında suyla, yüzmeye
başladığında rüzgârla kamçılanan bir nesne gibi, oradan oraya sürüklenirdim. Bir çift göz dışında
güvenecek hiçbir şeyim olmadan, denizle gök arasında sonsuza dek batıp çıkmak ve bir çift göz
dışında, tüm gücümle yapıştığım o gözler dışında beni kaldıran hiçbir şey olmaksızın... Yalnız ve
yalnız o bir çift göz kaldırırdı beni sanki. İri miydiler, ufak mıydılar bilmiyorum; kirpikleri uzun
muydu, kısa mıydı, onu da bilmiyorum. Bütün anımsadığım kapkara iki yuvarlağın çevresinde apak iki
halka. Akın daha ak, karanın daha kara olması için, bu gözlere bir bakmam yeterdi; sanki gizemli bir
kaynaktan alıyorlardı ışıklarını, çünkü toprak katran karası, gökyüzüyse aysız güneşsiz, gece kadar
karanlıktı.