Gönderi

Bu yalnızlık içerisinde ve bu kadar güçsüzken, bir taraftan da onun insani özüne dönmesini engelleyecek bir yığın kuşatma ve saldırı altındadır günümüz insanı. Bir üretici olarak sermayenin gizli açık saldırısı altındadır. Yükümlülükleri kadar hakları da olan bir vatandaş olarak pek çok kurumu ve yasasıyla devletin saldırısı altındadır. Düşleri, özlemleri, duyguları, dinsel ve tensel istekleri olan bir birey olarak kamusal ahlakın ve dinsel otoritenin baskı ve saldırısı altındadır. Tüm bunları topluca düşününce, çağdaş insanın bir kaçış insanı olduğunu ya da olması gerektiğini söylemek abartılı olmasa gerek: Ya geriye, geçmişe doğru bir özlem; ya bilinmez bir gelecek düşüne bir umuda tutunma çırpınışı. Hani Çehov diyor ya; gerçek bir yaşam olmayınca onun yerini düşler alır… Peki bu koşullarda çağdaş insan nasıl yaşamaktadır? Gerçekte ona, yaşar gibi yapıyor demek daha doğru olur kanımca. Yaşama bir kenarından ilişmiş/iliştirilmiş bir görüntü veriyor. Çalışıyor ama içinde kendisi yok. Konuşuyor ama bir yanıt beklemiyor. Dinliyor gibi görünüyor ve başını sallıyor. Okumuyor, okuyor gibi yapıyor. Sabahtan akşama televizyon seyrediyor, belleğinde bir iz kalmıyor. Oyalanma diyor Octavia Pas -bizim her zamanki halimizdir… Hep kendinden dışarıda, günlük çalkantı içinde yitmiş, tatsız ve anlamsız demek olan oyalanma. Binlerce şey dikkatimize çarpar ama hiçbirini yakalayamayız; yaşam böylece parmaklarımız arasından kayan kum, beynimizi kaplayan duman olur. Eğer eğilimlerimizi ve düşüncelerimizi yoklamak cesaretini gösterebilseydik, suçlu olduğumuzu; ama ödenmemiş suçlardan dolayı değil, küçücük dönekliklerin, gerek kendimize gerek başkalarına karşı ufak ihanetlerin izlediği, sayısız ve anlık istek ve kıskançlıklardan dolayı suçlu olduğumuzu itiraf etmemiz gerekirdi. Ama dün yaptıklarımızı anımsayabiliyor muyuz? Günahımız dağınıklık ise cezamız unutmadır.
·
42 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.