Gönderi

Mussolini'nin azgınlık zamanlarındaydı. Roma'daki Faşist mitinglerinde Mussolini'nin, havaya kalkan elini azametli bir tehditle Doğuya doğru uzatıp: "- Mare nostrom!"¹ diye haykırdığı günlerdi. Hedefi neresiydi pek belli değildi ama, ikide bir, Roma'nın doğudaki eski topraklarından bahsederdi. O günlerde Atatürk sinirliydi: "- Ben harpten korkarım. Çünkü harbi bilirim. Ama Mussolini korkmaz, çünkü harbi bilmez." derdi. Mussolini'den kuşkudaydı: "- Bu adam bana bir gün çizmelerimi giydirmezse?" diye de yakınırdı. İşte günlerden birinde, bir gece gene Çankaya köşkündeydiler. Karakış günlerinden biriydi. Buram buram kar yağıyordu. Ama köşkün salonu rahattı. Sıcaktı. Bahis alevlendi ve birden karar verdi, ayaklandı: "- Haydi çocuklar kalkın, Antalya'ya gidiyoruz. Bu adama oradan cevap vereceğim!" Kimse durduramadı. Otomobillere emir verildi. Arabalar hazırlandı. Hatta üstü başı pek sağlam olmayanlara kalınca bir şeyler uyduruldu ve yola çıkıldı. Ama buna yola çıkıldı değil, yola dökülündü demelidir. Çünkü Çankaya köşkünden pek gösterişli ayrılan arabalar, daha Dikmen'e çıkan Kızıl Yokuşta birbirlerini kaybetmeye başladılar. Bala yolunda kafile daha da dağıldı. Kar yolları kapamıştı. Üstelik lapa lapa da kar yağıyordu. Arkada dağılan arabalardakilerin çenelerini bıçak açmıyordu. Üstelik arabalar ısınamıyordu da. Donacağız, diye yakınmalar da başladı. Zaten artık her araba kendi başının derdindeydi. Yol, iz kalmamıştı. Onun arabası ise, çoktan kaybolmuştu. Hükümet işi duyunca telaşlandı. Atatürk ortada yoktu. Üstelik telgraf hatları da kardan, tipiden kopmuş, kesilmişti. Kırşehir'e önce onun arabası vardı. Oraya kadar ve gecenin karanlığında yalnız bir hayalet görmüşlerdi. O da onun, karda bata çıka ilerleyen arabasının önüne çıkmış, onun arabasına yapışmış, soruyordu: "- Eşşeğimi yitirdim ağalar, gördünüz mü ola ki?…" Kırşehir'e vardığı zaman hem bitkin, hem kızgındı. Orada da başka sinirlendirici şeyler oldu. Onu güya bir konağa almışlardı. Ama bu konağın en basit ihtiyaç için bile doğru dürüst bir yeri yoktu. Birtakım uydurma tertibat yapıldı. Leğenler, kovalar falan… Daha da kızdı. Hemen yola çıktı. Arkada kalanların çoğundan hâlâ haber yoktu… Sonra aynı maceralarla gene yola çıkıldı. Yozgat'a varış. Hükümetle muhabereler… Nihayet trenle Ankara'ya dönüş… Antalya'da Mussolini'ye karşı verilecek nutuk, tabii kalmıştı… Bu macera Çankaya köşkünün rahat, sıcak salonlarına dönülünce, gene onun şu hikâyesiyle tamamlandı: "- Biz Harbiye'de talebeyken, mektebin sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. İdareye de derdimizi anlatamazdık. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa isminde bir saray uşağıydı. Müsaade aldık. Huzura çıktık. Önce padişaha, sonra müdüre dualarımızı arz ettik. Nihayet maksada geldik. İşi anlatmak istedik. Ama paşa daha ilk cümlelerde kükredi: "- Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze, dizinize dursun. Görmüyor musunuz sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan, yoksa… "Hakikaten de müdürün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür buram buram terliyordu. Sıcaktan göğsünü, bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün mektebin sobaları da öyle yanar… "Çocuklar, biz bu Çankaya köşkünde bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatıyoruz…" Evet, gerekince Mustafa Kemal, hem realist, hem de açık kalpli bir realistti…
Sayfa 486 - Remzi kitabeviKitabı okudu
·
52 görüntüleme
Poyraz Ayrıç okurunun profil resmi
¹ Bizim deniz.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.