"Günah her şeyden önce Tanrı'ya karşı değil kendimize karşı işlenir."
Dinler ve Tanrı olmasa dünyada kötülükler ve günahlar artar mı? Sonunda cezalandırılmayacağını düşünen insan bütün kötülük ve günahları kendisine mübah mı görür? Peki, dinler ve Tanrı kötülüklerin ve günahlarının önüne ne kadar geçebilmiştir?
1937 yılında Jung, Yale Üniversitesinde "Din ve Psikanaliz" adlı bir konuşma yapar. Konuşmasında, insanların kendilerini Tanrıya tevekkülle teslim etmelerini söyler. Jung'a göre bilinçdışının kaynağı bireyin kendisi değil, Tanrı'dır ve bilinçdışının dinsel bir doğası vardır. Rüyalar da Tanrısal olgulardır. Ayrıca konuşmasının birçok yerinde Freud'a ithamlarda bulunur. Bundan tam 13 yıl sonra 1950 yılında yine aynı üniversitede bu kez Fromm "Din ve Psikanaliz" adlı bir konuşma yapar. Konuşması adeta Jung'a bir nazire niteliğindedir. İşte kitap, Erich Fromm'un bu konuşmasından derlenmiştir.
Kitapta psikanalizin dine etkilerinden ziyade, dinin daha doğrusu dogmatik din olgularının psikanalize etkileri ele alınmış. Fromm, dinleri otoriter ve hümaniter olarak ikiye ayırıyor. Otoriter dinlerde Tanrıya karşı korkuya dayalı bir itaat vardır. İnsan cezalandırılmaktan korkar. Yani günaha engel olan ana duygu, korkudur. Yine otoriter dinlerde en büyük günah, Tanrı'ya itaat etmemektir. Ahlaki yasalar ikinci sırada yer alır. Kısaca otoriter dinlerde en büyük erdem şartsız bir şekilde itaat etmektir; ahlak ise korkuya dayalıdır.
Hümaniter dinlerde ise büyük erdem kişinin vicdanıdır. Asıl kaynak ise sevgidir. Eğer insan erdem sahibi olacaksa bunu akıl yoluyla bulmalıdır, korkuya dayalı olmamalıdır. Aslında burada Fromm'un tarif ettiği erdem, Farabi'nin "erdemli insan"ıdır.
Freud'a göre din, yüceltilmiş baba imajının kılık değiştirmiş halidir. Bir çocuk babasına karşı korku ile karışık saygı ve sevgi besler, insan da Tanrısına karşı korkuya dayalı bir sevgi ve saygı besler. Çocuk korku, endişe ve çaresizlik hissettiği babaya, yine bu korku endişe ve çaresizlikten korunmak için yönelir. Korkuya dayalı bu sevgi de nevrotik hale gelmektedir. Freud'un, dinleri çocukluk nevrozu olarak görmesinin sebebi budur.
İnsanların bir çoğunda şöyle bir düşünce vardır: " Din yoksa ahlak da olmayacaktır." Yani insanlardaki ahlakı sağlayan Tanrı'dır. Korkuya dayalı ahlak ise bir rol yapmadır. Bu durumda insan Tanrı'yı kandıramayacağına göre kendini kandırır. Bu durum dinin özüne aykırıdır. Bu da insanda çelişki ve nevroz yaratır. Freud'un dinleri eleştirdiği ikinci kısım da budur.
Fromm da Freud'un bu düşüncelerine katılmaktadır. Fromm her ne kadar Freudyen bir psikanalist olsa da Freud gibi karamsar ve kötümser değildir yine de. Öldüğü ana kadar insanlığın kurtulacağına olan inancını kaybetmemiş ve her fırsatta bunun sevgi yolu ile olacağını söylemiştir.
"Tüm ruhsal hastalıkların gerisinde sevmek yeteneksizliği ve yetersizliği yatar." (Fromm)
Fromm kendimizden bir başkasını sevmemiz kolay değildir, der. Eğer öyle olsaydı bütün büyük dinler insanları sevgiye davet etmezdi. Ona göre dünyayı ve insanları kötülüklerden kurtaracak olan sevgidir. Hümaniter dinlerin özü sevgi olduğu için de otoriter dinleri eleştirir.
Fromm, tek tanrılı dinlerin başlangıçta hümaniter bir yapıda olduğunu söylüyor kitabın başında. ( Komşunu da kendin gibi sev.) Ayrıca Hıristiyanlığın başlangıçta fakirlerin dini olduğunu, Ortaçağda kilisenin halkı ezdiğini ve topluma egemen zümrelerle bir olduktan sonra dinin otoriterleştiğini söylüyor. Peygamberlerin söylemlerinin ilk önceleri sevgiye dayandığını ama bunun zaman içinde toplumun egemen güçleri vasıtasıyla korkuya dayandığını belirtiyor.
Gelelim otoriter dinlerin insan psikolojisi üzerindeki etkilerine. Freud, bütün suçluluk duygularının kökeninde otoriter bir gücün varlığından bahseder: Tanrı, baba, öğretmen...
Suçluluk psikolojisiyle yaşamak suçlu olmaktan daha zordur. Suçluluk duygusu bazı insanlarda öyle bir hal alır ki bu kişiler aşağılık duygusu hissetmeye başlar. Günah işleyen ve işlediği günahlardan zaman içinde kurtulamayan kişi suçluluk duyar. Tanrı'ya karşı işlediği suçlardan dolayı kişi kendinden tiksinir ve kendine karşı nefretle dolar. Ahlaki yönden iyice zayıflar. Hümanist dinlerde ise günaha karşı hoşgörüsüzlük yoktur. Suçun, kişinin bilincine çıkması kendinden nefret etmesine yol açmaz. Yanlışlarını görürse bunu doğruya çevirmeye çalışır ama sonunda cehenneme gideceğini düşünerek yaşayan bir insan için hayat çekilmez olur. Hatalar üstüne hatalar yapabilir. Zaten İslamda tövbe ve Hristiyanlikta günah çıkarma da bu yüzden vardır. Suçun bu hayattayken bağışlanması için.
Fromm çözüm olarak akıl ve sevgiyi ön plana çıkarır. Akıl insanı diğer varlıklardan farklı kılar ama tek başına yetersizdir. Çünkü aklının olması insan için ayrı bir sorundur da. Aklı olduğu için geçmiş yaşantılarından pişmanlık duyar -ki mutsuzluğumuzun birçok sebebi geçmiş yaşantılardır- aklı olduğu için gelecek endişesi taşır ve aklı olduğu için geçmiş zaman ile şimdiki zaman arasında sıkışıp kalır. Burada aklın sevgi ile beslenmesi gerekir der Fromm.
Sevme Sanatı kitabında da şöyle diyordu Fromm:
"Sevgi kusurları yok etmez, onları da kabul eder. Bir insanı, hiç sebep yokken yüreğinizde sıcacık hissediyorsanız, işte bu gerçek sevgidir."
Okunması kolay ama anlaması zor bir kitaptı. Kim bilir belki Fromm haklıdır ve sevgi bütün kötülükleri yenecektir.
Sevgiyle kalın...