Gönderi

Günaydın. Her şeyi planlamak mümkün değilken bunca uğraş vermemiz ne tuhaf. Yarın şöyle olacak. Öbür gün böyle. Mümkün olsa bile ne korkutucu olurdu belirlenmiş, planlanmış bir gelecek. Frank Herbert, "Gelecek belirsiz kalsın çünkü o arzularımızla boyayacağımız tuvaldir," der. Yaşamak böyledir sevgili okur: Hayatın her an karşımıza çıkaracağı boyalarla en güzel şekilde boyamalı tek tuvalimizi. Var olun. Frank Herbert
Frank Herbert
Frank Herbert
-
Dune
Dune
Çevirmen:
Dost Körpe
Dost Körpe
, İthaki Yayınları, s.140-142 Dük derin derin iç geçirip uzun adımlarla kapıdan çıktı. Koridorda sağa dönüp yürümeye başladı; ellerini arkasında kavuşturmuştu ve nerede olduğuna pek dikkat etmiyordu. Koridorlar, merdivenler, balkonlar, odalar vardı... İnsanlar ona selam veriyor ve geçmesi için yana çekiliyorlardı. Dük bir süre sonra toplantı salonuna geri döndüğünde içerisinin karanlık olduğunu gördü; masanın üstünde uyuyan Paul’ün üzeri bir muhafız peleriniyle örtülmüştü, başının altında da yastık niyetine kullandığı küçük bir gemici torbası vardı. Usulca yürüyerek salondan geçen Dük iniş pistine bakan balkona çıktı. Balkonun köşesindeki muhafız, pistten yansıyan loş ışıkta Dük’ü tanıyınca hazır ola geçti. Dük, “Rahat,” diye mırıldandı. Balkonun soğuk metal korkuluğuna yaslandı. Seher vakti çöl havzasına sessizlik çökmüştü. Dük göğe baktı. Yıldızlarla dolu mavimsi siyah gökyüzü, pullarla bezeli bir şal gibiydi. Güney ufkunun hemen yukarısında gecenin ikinci ayı, seyrek toz bulutunun ardından bakıyordu... Dük’e alay ve şüpheyle bakan, inançsız bir aydı bu. Dük seyrederken ay Kalkan Duvarı kayalıklarının ardında gözden kaybolmaya başladı; kayalıklar buzullara benzedi ve aniden çöken karanlığın yoğunluğu Dük’ü ürpertti. Titredi. İçinde öfke kabardı. Harkonnenlar artık benimle uğraşamayacak, beni avlayamayacak, bana saldıramayacaklar, diye düşündü. Köy muhtarı zihniyetli bok çuvalları! Artık yeter... Burada direneceğim! Biraz hüzünle şöyle düşündü: Şahinlerin daha zayıf kuşlara yaptığı gibi... Gözlerim ve pençelerimle hükmetmeliyim. Elini asker ceketindeki şahin ambleminde bilinçsizce gezdirdi. Doğuda gecenin karanlığı parlak griye ardından da yıldızları soluklaştıran deniz kabuğu renklerine büründü. Girintili çıkıntılı ufukta şafak aydınlığı yavaşça, ağır ağır çalan bir çan gibi belirmeye başladı. Bu öyle güzel bir manzaraydı ki Dük tüm dikkatini ona verdi. Bazı güzellikler tasvir edilemez, diye düşündü. Burada o parçalanmış kızıl ufuk, o mor ve toprak rengi sarp kayalıklar kadar güzel şeyler olabileceğini hayal bile etmemişti. İniş pistinin ötesinde, gecenin belli belirsiz çiyinin Arrakis’in alelacele ekilmiş tohumlarına dokunarak can verdiği yerde, kızıl havuzları andıran çiçek tarlaları gördü; içlerinde yer yer... Dev ayak izlerine benzeyen mor kısımlar vardı. “Güzel bir sabah, efendim,” dedi muhafız. “Evet, öyle.” Dük başıyla onaylarken şöyle düşündü: Belki de bu gezegeni zamanla sevmek mümkündür. Belki burası oğluma güzel bir yuva olur Sonra çiçek tarlalarına doğru yürüyen insan siluetleri gördü; ellerindeki, tırpana benzer tuhaf aletleri kullanıyorlardı… Bunlar çiy toplayanlardı. Burada su öyle değerliydi ki çiyin bile toplanması gerekiyordu. Dük, Burası berbat bir yer de olabilir, diye düşündü. Bir insanın yaşayabileceği en korkunç aydınlanma ânı, babasının da insan olduğunu... Etiyle kemiğiyle insan olduğunu keşfettiği andır muhtemelen. -PRENSES IRULAN, “Muad’Dib’in Toplu Özdeyişleri”.
··
1 artı 1'leme
·
394 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.