"Böyle yaşanmaz!" dedim. "Anı yaşamayı bilmiyorsun! Hayatını kaçırıyorsun! Bir şeyler kaçırmaktan korktuğun için o ekrana bakıp duruyorsun! Asıl böyle yaparak kaçırıyorsun! Bir tanecik hayatını kaçırıyorsun! Gözünün önünde duran şeyleri, çocukluğundan beri görmek istediğin şeyleri göremiyorsun! Bu insanların hiçbiri göremiyor!
Hallerine baksana!"
Yüksek sesle konuşuyordum, ama etrafımızdaki insanların çoğu iPhone izolasyonu içinde farkına bile varmadı. Adam telefonunu elimden aldı, manyak gibi davrandığımı söyledi (çok haksız da değildi) ve Elvis'in mezarının yanından Memphis sabahına doğru yürüyüp gitti. Elvis'in bitişik müzede sergilenen çeşit çeşit Rolls-Royce arabalarının arasında saatlerce ilgisiz ilgisiz yürüdüm; en sonunda karanlık basarken Adam'ı kaldığımız yerde, caddenin karşısındaki Heartbreak Oteli'nde buldum. Dev bir gitar şekli verilmiş yüzme ha vuzunun yanında oturuyordu; Elvis şarkılarının hiç durmamacasına eşlik ettiği manzaranın içinde üzgün görünüyordu. Yanına oturunca, seyahat boyunca ona yönelen öfkemin, hiddetli öfkelenme lerin çoğunda olduğu gibi, aslında kendime dönük olduğunu fark ettim. Ondaki odaklanamama, sürekli dikkat dağınıklığı, Graceland' deki insanların seyahat ettikleri yeri göremeyişleri - kendimde de arttığım hissettiğim şeylerdi bunlar. Onlar gibi bende parçalanıyordum. Anı yaşama becerisini ben de kaybediyordum. Ve bundan nefret ediyordum. “Bir terslik olduğunu biliyorum," dedi Adam usulca, telefonunu sımsıkı tutarak. "Ama nasıl düzeltileceğini hiç bilmiyorum." Ve mesajlaşmaya geri döndü.