Anarşist Hücreİş yerinin yoğun çalışma ortamından biraz olsun sıyrılmak, nefes almak için arkadaşımla beraber bahçeye indik. O sigara ile nefes alacak bense onun yüzündeki rahatlamayı görerek kendime telkinlerde bulunacaktım. Çıktık dışarı. Hava oldukça kasvetliydi, öğlen olmasına mukabil insanda, akşam hissi uyandırıyordu. Havadan sudan muhabbetlere daldık. Bir süre sonra iş yeri doktoru geldi ve muhabbete o da dahil oldu. O sıra işlerin yoğunluğunda yaptığım gibi parmak uçlarımdan kalkan etleri dişlerimle koparmaya başladım.
- Doktorum?
- ?
- Ben böyle böyle tırnak kenarlarımdan kalkan etleri yoluyorum, genellikle de kanıyor ve bunu sürekli yapıyorum. Bundan nasıl kurtulabilirim?
- Acı oje sür. Bir zaman sonra kronik yaraya dönüşebilir. Belirli bir zaman içinde iyileşmeyen ve sürekli tekrar etme eğiliminde olan yaralardır bunlar ve sen bunu bile isteye yapıyorsun.
- Zararı var mı?
- Kanser hücresi oluşturuyorsun işte!
- Yani?
- Anarşist hücre! Bir zaman sonra isyana başlayacak, tüm hücreleri etkileyecek.
Anarşist hücre demek, yazımın başlığını bunu yapmalıyım ya da kronik yara!
Üstte yazılanlar beklesin bir süre. Ben yazıma not düşeceğim.
Not: Kitabın 137. Sayfasındayım ve inceleme yazmaya karar verdim. Kitabı bitirdiğimi ne ben bileceğim ne de yazımı okuyan okurlar bilecek. Bu kitabın bitmeye ihtiyacı olmadığı gibi benim kitap özelinde yazacaklarım içinde bitmiş olmasına gerek yok. Merak kaçıran uyarısı vermemede lüzum yok. Kimi kitaplar için yazılan yazılar, incelemeler merak kaçırdığı için okunmak istenmezler ama bu kitap huzur kaçırdığı için okunması istenmeyecektir. Benim yazacaklarımdan karamsarlığa düşecek olanlar olursa tavsiyemdir, kitabı okumaya yeltenmesinler.
Herkes gibi olmak istemeyen bir adamın hikayesi. Herkes gibi olmaya davet eden, teşvik eden insanların ve nesnelerin arasında nefes almaya çalışan bir adam. Durmaksızın bir çağrı var. Onlar gibi taşıtlara binsin, ilaç içsin, işesin, yemek yesin isteniyor ve bu ne yazık ki süreksiz bir çağrı. Bana tanıdık gelen bir çağrı esasen. İşe git, hiçbir şey düşünmeden, sorgulamadan, üret, çalış, emek sarf et ve ardından akşam eve git yemek ye, bir şeyler izle, yat uyu. Sonra her şey tekrardan başlasın. Alışkınlıklar is loading.
Bizi mutsuzluklara hapseden alışkanlıklardan bahsedelim biraz da. Bay C’nin bir sokaktan geçerken Güler’e yaptığı çıkış gibi…
“Neden bu kadar kötümsersin?
Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Sizde girin, sizde görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.”
Oğuz Atay’ı çağrıştırmıyor mu size de! Kaygıları olan insanların, küçük hesapları olur diyen Oğuz Bey’i? Evlilik kaygısı, maaş kaygısı, gezme kaygısı, tozma kaygısı taşıyan küçük insanların yarınlarının hep aynı oluşu size de tuhaf gelmiyor mu? Bir de mutlu gözükme çabaları bu işin cabası.
Alışkanlıkları bir kenara bırakıp, kitabın anlatımına ve içeriğine odaklanalım biraz da. Bay C’nin küçük yaşlarında maruz kaldığı korkuların tüm yaşamına yansımasının anlatıldığı bir kitap Aylak Adam. Bu minval üzere kitaplar yok mu elbette var, yazımda yer yer yazarlar ve kitaplarla ilişkiler de kurmaya çalışacağım. Tabi bunu yaparken bu kitabın benzerlerinden sıyrıldığı özelliklerini yansıtmak ise en büyük gayem.
Tüm kitap boyunca yürüyen, yiyen, içen, düşünen bir adam var. Ara ara da sevişiyor. Yürürken günler, mevsimler geçiyor zaten kitabın dört ana bölümünün başlıkları da mevsimlerden oluşuyor. Mevsimler geçerken, yazarımız yürüyor, birileri ile karşılaşıyor, konuşuyor, kızıyor, vazgeçiyor ve kaçıyor… Bu esnada sağda solda olaylar oluyor ve vuku bulan bu olaylar arasında serpiştirilmiş detaylar okuyucunun dikkatini celp ediyor. Bu detaylar ilerleyen sayfalarda derinlemesine işlenirken okurun odasını müthiş bir zekâ kokusu dolduruyor, edebi anlatımına da diyecek bir şey yok. E ne kaldı anlatacak, daha ne kadar övebilirim? İnanın bitmez, kitabın her bir sayfasını tek tek incelesem yetmez! Bana inanmıyor musunuz, yazımı okuduktan hemen sonra kitabın sayfasına gidip bir alıntılara göz atın. Yine de beni haksız bulursanız sizi burada bekliyor olacağım.
Aşk var unutmadan, ona da değinelim. Bir başka yazımda şu hususa dikkat çekmiştim. “Burada aşk nedir diye soracak olsak, aşkı tanımlayan birey kadar tanım doğacaktır.” diye. Zannediyorum ki en dikkat çekeni Yusuf Atılgan’ınki olacaktır. Seni seviyorumlardan, senin için intihar ederimlerden daha öte bir aşk tanımı. Tanımı öyle bir yapıyor ki dikkatli olmak gerekiyor onu yakalamak için. Dedim ya Oğuz Bey’i çağrıştırıyor diye, birde Camus’un Yabancısı var elbette. Bu tarz Postmodern okumuş okurlar beni daha iyi anlamış olacaklar. Bildiğiniz üzere bu yazarlarımız diğer yazarlara nispeten daha çok simgeleme ile anlatımı tercih ederler. Simgeleme ile anlatımda benim için baş köşeyi Beckett alır, bunu da belirtmeden örneğe geçmek istemedim.
Simgesel anlatıma örnek alıntı:
“Artık Güler’in akşamları eve dönüş yolu değişti. Tramvay yoktu; yangın kuleli sokak yoktu. Başka ne yoktu? Bilmiyordu.”
Bay C’ye aşık olduktan sonra Güler’in hayatında değişenlerin aşkına yönelik göndermesi. Bekleyin bitmedi. Örnek alıntı iki:
“Güler’le hep bu masada buluşmasınlar istiyordu. Alışmaktan korkuyordu. Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.”
Şimdi ne görüyorsunuz? Ana tem aşkın içine yüklenip bu cümleye gömülmemiş mi? Alışkanlıklar!
Son olarak kitabın başına dönüp Anarşist Hücre ile yazımı sonlandırmak istiyorum. O istenmeyen hücrenin size bir mesajı var üzerimde kalmasın ileteyim.
“Onlara bir kötülük mü ettik? Neden istediğimiz gibi yaşamamıza karışıyorlar.”