bazen az, her şeye yetecek kadar çoktur.Artık kitap okuma işini de hayatımın benle akan bir parçası haline getirmemden midir, yoksa beni yazmaya itecek denli heyecanlandıracak bir kitapla karşılaşmamamdan mıdır bilmem. Uzun süredir inceleme yaz(a)mıyorum. Çoğu şey gibi yazmak da bir yerden sonra türlü bahanelerle bendeki büyüsünü yitirdi sanırım. Ancak bu kitabı okuma sürecimden bu yana içimde bir şeylerin değiştiğini hissediyorum. Heyecanlandım. Bu duyguyu öyle özlemişim ki. Bir şeyler, bu kitapta anlatılanlar bende; yaşama, hayata bakışıma, hayat gayeme dair bir noktaya dokundu. Tabiri caizse dürtüldüm. Öyle ki dünden bu yana kafamda milyon fikir dönüp durmakta ve içimde delicesine bir anlatma, heyecanımı paylaşma isteği fokurdayıp duruyor.
Şimdi kitabın adını duyunca ister istemez aklınızda şöyle bir düşünce belirecek: “Okulsuz Büyümek? Ee yani? Bu, yüksek ihtimalle var olan eğitim sistemine burun kıvırıp çocuğunu Erkin Koray gibi okula göndermeyen ve evde eğitimi tercih eden birinin, var olan sistemi yerip kendi ideal düzenini ballandıra ballandıra anlatarak bolca yargı dağıtan pek çok sistem eleştirisi kitaplardan birisidir işte. (Ne uzun cümle kurmuşum:) )
İşte bu tam olarak doğru değil. Doğru ama eksik, eksikliği fazlaca bir doğru. Kitap, var olan sistemin şahısları yarış atına çevirdiği düzene, tamamen kişisel haz ve hırslarla donanmış bu dünyaya “bundan kötüsü olamaz” diyerek ve tası tarağı toplayıp kırsala yerleşen bir çiftin hikayesini Ben Hewitt’in kendi dilinden anlatıyor. Aslına bakarsak bu tam olarak ne eğitim kitabı ne bir hikaye ne bir günlük ne de bir biyografi. Hepsinden biraz biraz katarak kurduğu ve yaşadığı hayata dair gözlemlerini anlatıyor yazar. Hewitt öyle güzel bir dil yakalamış ki onun paylaştığı bu samimi atmosfere bir anda çayınızı kahvenizi kapıp ortak oluveriyorsunuz. Kitabın samimi ve tamamen egodan arındırılmış doğal üslubu heyecanla bir çırpıda okutuyor aslında kendini. Lakin ben öyle yapmadım. Anlattıkları öyle güzeldi ki Ben Hewitt ve ailesiyle olan bu birlikteliğim ne kadar uzarsa o kadar güzeldi benim için ve bunu on bir güne yaydım.
Kitap toplum beklentilerini sorgulamayla başlıyor ilk olarak. Bilirsiniz insan bir toplum içine doğar. doğasından gelen sosyalleşme dürtüsüyle de yavaş yavaş bulunduğu topluma uyum sağlamaya, onun norm ve kurallarını, gelenek ve göreneklerini zamanla özümsemeye başlar. Ve bu süreç çoğu zaman sorgulanmadan yapılan bir içselleştirmeyle son bulur. Hatta öyle ki kimi toplumlarda insanlar ahlâk ya da din kurallarına aykırı olduğunu bile bile kimi davranışları adettendir diye benimser, “çünkü bu böyle olması gerektiği için böyledir.” algısı, kalbin doğrularını çoktan ele geçirmiştir bile.
İnsanlar neden okula gider? Eğitim sadece okulda verilince mi değerli olan bir davranış değiştirme türüdür? Bir meslek sahibi olmanın amacı nedir? Neden ömrümüzün yıllarını çoğunu bir sınav sonrasında unutacağımız bilgi yığınını ezberlemekle harcıyoruz? Zamanımızı, ömrümüzü hangi amaç uğruna harcıyoruz? Neden karnımızın doyacağından ya da ihtiyaçlarımızdan fazlasını kazanmak zorundaymışız gibi hissediyoruz? Neden daha fazlası için gayret ederken mutlu olamıyoruz? Neden sürekli bir yerlere yetişme çabası içindeyiz? Hayatı boyunca kendi kendine bu soruları sormuş Ben Hewitt ve bu düzene ilk tepkisini belirli dersler dışında hiç sevemediği okulu on altı yaşında bırakarak göstermiş. Sonrasında hep karnını doyuracak kadar onu yoran işlerde çalışmayı tercih etmiş. İlerleyen yıllarda bu sefer “Ben ne için ve kimin için çalışıyorum?” sorusu dolanıp durmuş zihninde. Bu sorunun cevabını ararken de eşi Penny ile tanışmışlar yirmili yaşlarının başında. İçlerinde dindiremedikleri o dürtü, “Bir hayat yaşanacaksa eğer, bu tamamen doğal; öğrenimin de, para kazanmanın da doğal yoldan, kendileri için olmalı. Kendi emek ve gayretleri ile şekil almalı” diyerek hayatlarını tamamen değiştirecek bir yola adım atmışlar; kırsalda tamamen kendi elleriyle inşa ettikleri bir yaşama.
Ellerindeki bütçeyle bir arsa satın alarak koyulmuşlar işe. Sonra başlarını sokacakları bir baraka oluşturup, arsalarına diledikleri ağaçları dikerek ardını getirmişler hayallerinin. İşleri toparladıkça yavaş yavaş bu barakanın yerine yeni bir kulübe ve hayvanlar için ahırlar ve kümesler eklenmiş. Kendi yiyecek ihtiyaçlarını yetiştirdikleri sebze ve meyvelerden, besledikleri hayvanlardan; elektrik ve su ihtiyaçlarını güneş panelleri ve taşıma su siteminden; ısınma ihtiyaçlarını ise ormandan topladıkları odunlarla karşıladıkları bir düzen kurmuşlar. Asla kömür kullanmak yok. Asla odun satın alma yok. Gelir kaynakları ise yazarın dergilere vb. gönderdiği yazılarından gelen telif ücreti ve yılda birkez büyük emeklerle elde edip sattıkları akçaağaç şurubuyla sınırlı. Ve bu miktarın çok kısıtlı da olsa onlara yettiğini çünkü fazlasına ihtiyaç duymadıklarını söylüyor yazar. "Have less be more." anlayışına sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Çocuklarını yetiştirme şekilleri ise tamamen bir sabrın ve emeğin ürünü. Yazarın en çok vurguladığı şey, ayaklanmaya başladıkları andan itibaren çocukların ebeveynleriyle birlikte hayata ve evin yüküne ortak olma süreci. Oğlu henüz çok bir bebekken bahçede anne babasının pancar tohumu ekimine dahil olan çocuklardan bahsediyoruz. Hava eksi 14 derecedeyken karlar üstünde oyunlar oynayan, 4 yaşındayken ormanda kendi yaptığı oklarla sincap avlayıp, derisini yüzüp, pişirip anne babasına ikram eden çocuklardan, henüz 8 ve 11 yaşlarındayken kendi kulübelerini inşa edebilen, bir yaralanmayla karşılaştıklarında kıyametleri koparmak yerine büyük bir olgunlukla kendi kendine ilk yardım yapabilen, sistemin dayattığı gibi 7 yaşında değil, 9 yaşında bunu istediği için bu yaşta anne babasının okuduğu kitaplara baka baka okuma yazma öğrenen, 10 yaşında katıldıkları bir doğum günü partisinde ilk kez oynadıkları video oyunlarını sıkıcı bulan ve deneyimlerini sayamadığım, bende hayranlık uyandıran pek çok özelliğe sahip çocuklardan. Ray ve Fin’den.
Yazar bizim, “Olur mu öyle şey canım?” dediğimiz şeylerin cevabını, kendilerini doğaya ve içlerinde taşıdıkları insan doğasına tamamen özgür bırakarak öyle bir bulmuş ki. Bahsettiği her örnekte sanki bize “Bal gibi olur işte.” diyor.
Ancak yazar hayata “doğal yaşam pembe gözlükleri” ile de bakıyor değil. Yazarın en sevdiğim tarafı şu oldu; Yaptıklarının (doğru ya da yanlış olarak) farkında olması. Hayat rutininden, getirdiği zorluklar sebebiyle sızlansa bile şikayetçi olmaması. Ve belki de en önemlisi tercih ettiği hayatı bize “Sistem berbat, hepiniz yanlışsınız, yanlış yoldasınız, en doğrusu bu!” diyerek gözümüze sokmaması. Yazar yaşadığı hayatın getirdiği olumlu ve olumsuz durumların farkında. Ve bir tercih yapmış olmasına ve epeyce yol almasına rağmen hala çocuklarının geleceğine dair doğru bir adım atıp atmadığının korkusunu barındırıyor. Her şey gibi bu korkularını da okurla tüm samimiyetiyle paylaşıyor.
Ben Hewitt’in gayesi kendi sözleriyle, “Herkesin yanlış yaptığını söylediği bir dünyada kendi doğrusunu kaybetmemeye çalışmak.” Bu cümleyi öyle sevdim ki. Kaçımız etrafımızdaki insanlar “Yanlış yoldasın!” diye bas bas bağırdığı, yaptıklarımıza burun kıvırdığı halde yolumuza sonuna kadar devam edebiliyoruz ki? Çünkü “Elalem ne der?” diye koca bir putumuz var. Çünkü pek çoğumuzun eli sıcak sudan soğuk suya değmemiş. Çünkü soğuk suya atlamayı geçtim, dokunmaya bile cesaretimiz yok.
Ben Hewitt’in ve eşi Penny’nin yaptıkları büyük cesaret, büyük sabır ve büyük emek isteyen beni oldukça heyecanlandıran bir yaşam deneyimi.
Günlerdir içimde tası tarağı toplayıp kırsala yerleşme hayali mümkünleriyle dönüp duruyor.
Ne kadar mümkün hale getirebilirim bilmiyorum. Ama şu yaşımdan sonraki en büyük gayretim zamanı ne olursa olsun kendi lehime çevirerek akmasını sağlamak olacak.
Okuyun, monotonluk maratonunda, “metalin, betonun, asfaltın bu korkunç ormanında” nefes almaya çalışan gönlünüzde bir umut filizlensin.