Bu kitabı ilk kez bundan iki yıl önce, hayatımın benim için kötü olan bir döneminde okumuş ve mükemmel bir kitap olduğunu düşünmüştüm. Belki de ben abartıyorumdur dedim. İki yıl sonra tekrar, hayatımın benim için nispeten öncekinden de kötü olduğunu düşündüğüm –ve değiştiğim, belki biraz da geliştiğim- bir döneminde tekrar okudum. Şimdi ilk okuduğum andan bile daha mükemmel bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Güray Süngü’nün ilk öykü kitabı. İçinde 12 adet öyküyü ve çokça hüznü, delirmeyi, aşkı, istasyonları, uykuları, intiharları, kendinden kaçışları, kendine kaçışları, beklemeyi, hatta beklediği zamanı diktiği ağacın boyuyla gösterenleri ve daha nicelerini saklıyor.
Ben pek bilmiyorum teknik olarak bir öykü kitabı nasıl incelenir, hele ki böylesi olunca. Kurgusal olarak birkaç öyküde eksik olduğunu düşündüğüm noktalar olsa da bana göre bütün olarak harika bir öykü kitabıydı ve hepsini çok sevdim. Yine de içlerinden bazılarını daha çok. Aslında tüm karakterler öylesine uçlarda geziyorlardı ki içimdeki psikoloji öğrencisi hep müdahale etmek istedi duruma ama onu ısrarla susturdum, “Şurda bir şey okuyoruz, tadını kaçırma” diye kızdım. Tüm öykülere hakim olan göreceli delirmeye ek olarak bir diğer ortak noktaları ise hep beklenmedik sonlarla bitmesiydi.
İlk kez okuyanlar için garip gelen ama Güray Süngü sevenlerinin artık aşina olduğu o üslup, detayları besleyip büyütüp başını ağrıtması, sarsması, canınızı yakması. İnanır mısınız daha ilk öyküden o kadar çok soru çıkardım ki bir gün belki de yazar beye bunları sorabilirim diye. Belli mi olur, belki kesişir yollarımız da her okuduğum karakterle ilgili hesap sorabilirim dedim. Ama sonra, hakkında en çok soru biriktirdiğim öykünün içindeki karakterin –o karakter de bir yazardı- söylediği bir cümle kafama dank etti: “Yazdığı eseri insanın kendi zihninde iyice sindirebilmesi için yazarını hiç tanımaması gerekir diye düşünürüm.” Bilemiyorum ki, bir süre bununla mı avunsam…
Çok fazla altını çizdim bir şeylerin, bir öykü kitabında çizilmeyecek kadar fazla. Bazı cümleler inanın ki çok canımı yaktı. “Bir insanın hayatını olabildiğince etkileyebilecek sözler sadece yaşamın insanı getirdiği yerden de destek alan tesadüflerin eseri olabilir mi?”
Bu kitabı herkese öneremem, zira ben bile incelemenin başında ifade ettiğim gibi kendimi diplerde hissettiğim bir dönemde okudum. Yazılanları hissedemeyeceğim, içime kör olduğum bir dönemde okusaydım bu kadar sever miydim? Pek sanmıyorum. Yine de eğer siz de ne yaparsanız yapın içinizde bir şeyleri yoluna koyamıyorsanız ve üstüne üstlük yoluna koyamadığınız şeylerin sesini de kesemiyorsanız o zaman bu “Deli Gömleği”ni sırtınıza geçirmenin tam sırasıdır. Keyifli okumalar dilerim.