Dikkat! Kayda değer bir inceleme olmayıp kitabın bana hissettirdikleridir, eser miktarda gluten ve spoiler içerebilir, okumamanız lehinizedir. Sevgiler.
Ocak ayından beri elime zaman zaman alabildiğim, içinden rastgele seçtiğim sayfaları yüzeysel bir şekilde okumama rağmen içime çöreklenen kara bulutları bin eden Deli Gömleği, yazarın nihayet okuduğum üçüncü ve hepinci kitabı. Nihayet diyorum zira on iki büyük ay, bu ânı bekledim. Hayatın her anlamda pozitif olduğu ânı. Yoksa ki çekilecek çile miydi?
Ezer geçer insanı böyle tahliller. Az hasarla ve ruhuma o gömlek giydirilmeden kurtuldum diye düşünüyorum. Bu anlamda odağım tek nokta olmalıydı. (Belki pişman edecek) Sadece oradan bakıp hayret etmeliydim başka hikayeye geçsek de.
Neydi adı o hikayenin bilmiyorum, önemli de değil şimdi. Hani okuyorsun, Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı gibi kokuyor. Mehmet, Çiğdem, Buket, Faruk... Birden kafan, yazara hayran olduğun o turkuaz kapaklı, kütüphane etiketli kitaba, o olaylara gidiyor ve son sayfalara doğru saçlarının kahramanlarla eş zamanlı eline geldiğini hissediyorsun. Öyle acı. Öyle dram. Neyi düşüneceksin ki? Hangisinin hangisinden önce yazıldığını mı? Roman mı hikayeye dönmüştü yoksa hikaye mi enfes bir romana? Hangisi daha zor, hangisi daha şık?
Bakmayacağım tarihlere. Bir eserde en olmaması gereken şeye takıldım. Elim kolum bağlı. Kafam karışık...