Gönderi

Azizim Leylâ, Ne olursa olsun, sebeplerini sayıp dökmeyecek ve mazeretler ileri sürmeğe yeltenmeyeceğim. Gerçek olan, sana ve Güner’e karşı davranış ve düşüncelerimde haylice yanlış ve çirkin denecek durumlarımın var olduğudur. Bir mertebe sayılırsa, şimdi bu sezgi ve yargı seviyesine varmış bulunuyorum. Ne kadar içerlemiş, kırılmış ya da rahatsız edilmiş olursan ol, artık böyle düşünebilen “Ahmed” i ölünceye haksız ve münasebetsiz bulamazsın. Sebebi de benim bu hamlemden çok, senin kendi izah ve anlayış sistemin, pek az da sürmüş olsa, arkadaşlığımızın iyi günleri hakkındaki -duygu demeyeyim- intihalarındır. Mistik değil, dehşetli gerçek bir azaptayım. Bir sonu gelecek elbet. İki azâbımdan biri ve ağır basanı olman, benim için hiç de iyi bir şey değil. Ancak, insanoğlunun en alçak ve en affedilmez duygusu olan UMUTSUZLUK’a düşmemek, ona yenilmemek gibi bir eğilime tutkun olduğumdan kendimi ölesiye mahkûm ve ayıplı tutamam. Hem bu, benim hakkımdır da. Bu satırları senin beni affetmen ya da bâzı sebeplere bağlayıp bağışlaman için yazmadığımı da bilmelisin canım. Mühim değil bu. Daha mühimi ve güzeli, kırıldığın hususlarda seni, sakince ve aydınlık düşündürebilmektir. Derdim bu işte. Bunu konuşarak daha çabuk anlatırdım. Senin de yardımın olurdu. Bilirsin, şiirden gayrisini yazmayı pek beceremiyorum. Ne var ki, seninle konuşabilmem ihtimali oldukça uzak. -Telefonda boyumun ölçüsünü ve ağzımın payım aldım!- Gazetede okuduysan bilirsin, burada beklemeğe ya da sürtmeğe daha bir eyyam mecburum ve daha sonra da sekiz aylık bir kalebentliğim var. Sağ salim onu da savuşturabilirsem ancak o zaman seninle karşı karşıya gelebilmek hayâlini kurabileceğim. Bu, ne egosantrik ne de romanesk bir şey. Gerçek ve şimdi âdeta mukaddes olan zihnî kaygım şu: SANA ANLATABİLMEK. Nedense aklıma hep ölüm geliyor. Böyle ne kırık ne de anlaşılmamış gitmek istemiyorum. Dostluğumuz ki korkunçtu. Ve yaşanmağa değer. Bugünkü feci haline rağmen, birbirimizi tanıma hususunda pahasız bir değerdedir. Değişik duygu ve vakalarla dolu olmasına ve kendisinin hırçın zalimliğine rağmen olan bitenimizi de aynı şekilde [...]* atmak mümkün. Bugünler ona da yazmak istiyorum. Neyse şimdi yeri değil, seni ilgilendirmiyor, canını sıkmayayım... Ha, sürgüne gitmeden -bugünler- bir mektubunu alırsam, sevinmem diyemem elbet! Bu da lâf mı, uçarım belki! Ama yazmazsan, ne diyeyim... Yarı yarıya da olsa kendimi bir sorununu ahlâkî mecburiyeti yerine getirmeğe çalışmış sayıyorum. “ Kendi kendini tatmin!” diyeceksin. O harikulade zekâna diyeceğim yok. Doğru da olsa, beşerî olmaktan uzak değil. Daha doğrusu erkek yaratılmanın hazin bir yönü. “ Nasılsın” diyemedim. Şarkıdaki gibi “ tutmadı yüzüm” değil. Bilmem ki artık hâl hatır suâl etmeme müsaade edecekler mi hanımefendi? Tabii iyi ve dileğince yaşayabilmeni canı gönülden istediğimi söylememe lüzûm yok. Başkaca düşünemem, buna mecburum. O Japon ressamı gibi, ben de, cihanın bütün doktorları senin öleceğini söyleseler inanmam. Onlara “ budalalar” derim. Selâm canım. [İmza]
·
18 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.