Ellili yıllarda ideal evlilik, birliktelik (karı-kocanın her şeyi -fikirleri, kanıları, rüyaları, dışavurumları- paylaştığı rahat, yakın bir ilişki) terimiyle tanımlanıyordu. Altmışlı yıllarda ise birlikteliğin ortadan kalktığı, sağlıksız bir bağımlılık olduğu ve ne kadının, ne de erkeğin gelişmesine, değişmesine izin vermeyen bir ilişki olduğu varsayıldı. (Kadınların, bu boğucu "bir likteliği" istemesi, buna ihtiyaç duyması ve bunu geliştirmesi yolundaki tarihsel görüşü bombardıman etme işini özellikle kadın dergileri üstlenmişti.)
Geçen süre içinde bir geri tepme olup olmadığı, kadınların en derinlerdeki benliklerinde bu birliktelik kozasından çıkmayı hiç isteyip istemedikleri sorusu bir yana, öyle gözüküyor ki evlilik birçok kadın için hâlâ bir kaçış yolu (toplumun onayıyla mühürlenen bir özerklikten kaçış yolu) sağlamaktadır. Dış görünüş daha bir özgür olabilir, ama içlerindeki korku kadınları temelde Ellili yılların pembe ufuklara elele yürüyen çift tablosundan hiç de farklı olmayan kaynaşmak, asalakça bağımlı (symbiotic) bir varoluşa itmektedir.
Burada ele aldığımız sorun, psikologların "ayrılma- bireyselleşme" dediği şeydir kişinin (kadın veya erkek), öncelikle ve temelde yalnız olmaya -kendi ayakları üzerinde duran, kendi görüşlerini geliştiren ve yaşama yönelik eşsiz ve kişisel bir bakış açısı bulunan bir insan -olmaya dayanıp dayanamayacağıyla ilgilidir. Birçok evliliği enkaza çeviren de işte bu ayrılma-bireyselleşme denen şeyin yokluğudur.