On yedi yaşında hayalleri ve umutları elinden alınan bir çocuktum. Mutsuzdum. "Mutsuzluğumun sebebi ne olabilir?" diye sürekli düşünüyordum. Liseye başladığım yıl, birçok Türk babasının oğullarını okula motive etme amaçlı söylediği, "Okumazsan seni sanayiye veririm" sözünü babam da beni motive etmek amacıyla söylemişti. Genelde bu söz lafta kalır, sadece babalarımızın bir blöfü olurdu. Babamın blöf yapmadığını ara tatilin ertesi günü beni alıp otomobil tamircisinin yanına verdiğinde anladım. O gün hayatım ve hayattan beklentim bitmişti. "Kaderim buymuş demek ki" deyip üç yıldır şu köhne yerde mutsuz bir şekilde vakit dolduruyorum. Oysa ne hayallerim vardı benim. Einstein olacaktım ben. Annem beni "küçük Einstein'ım" diye severdi. Dalga mı geçerdi bilmem ama çok hoşuma giderdi bu benzetme. Kendimi Einstein'ın yerine koyardım.
"Ne yapıyorsun Einstein?"
"Atomu parçalıyorum anne."
" İyi tamam, ortalığa dökme atomu. Şuna bak her yer her yerde zaten."
Aslında ben Einstein olmak istemiyordum, şair olmak istiyordum. Ne Einstein olabildik, ne de şair. Mutsuzdum. Mutsuzluk! Hem mutsuzluk ne demekti? Babama sorsam, "Bilmem, biz mutluyuz." derdi. Babama göre yaşayan herkes mutluydu. Sadece ölüler mutsuzdu. Mutsuzluğun ne olduğunu, bize sürekli güzel bir gelecek vaat eden ilkokul öğretmenim bilebilirdi.
"Mutsuzluk nedir öğretmenim?"
"İnsanın mutlu olmamasına, mutsuzluk denir Mahmut. "
Cevap bu mudur öğretmenim? Senin okuduğun Su Ürünleri Mühendisliğinde bunları mı öğrettiler size?
"Boş ver sen mutsuzluğu şimdi. 'Ağaç' kelimesini cümle içinde kullan bakayım! "
Hazırlıksız yakalanmıştım bu soruya. "Ağaç, ağaç, hımm!" Ön sıradaki gözlüklü Ayşe hemen fırsatı değerlendirip parmağını kaldırdı. Her şeyi bilirdi cadaloz. Ama öğretmen en son ona söz verirdi. Ben ve benim gibilerin verdiği saçma cevaplardan sonra Ayşe'ye dönüp, " Sen söyle bakalım akıllı kızım," demesi öğretmenimizin çok hoşuna giderdi. Yahu işte, Ayşe parmak kaldırıyor söz versene ona! Yok, illa parmak kaldırmayanlardan birini bulurdu. Şimdi de gözünü Ali'ye dikmişti. Ali'nin sözcük dağarcığının pek geliştiği söylenemezdi. Beş on sözcük ile gül gibi geçinip gidiyordu çocuk. Hangi sözcük söylense hep aynı kalıbı kullanırdı Ali.
"Babam bana özgürlük aldı."
"Babam bana sevgi aldı."
"Babam bana Selanik aldı." Baban sana Selanik mi aldı? Yok artık Ali, daha neler?
"Babam bana ağaç aldı." dedi Ali. Güldü öğretmen.
"Maşallah Ali! Baban da sana her şeyi alıyor oğlum." deyip bizim cadaloz Ayşe'ye söz verdi.
"Bizim bahçede çok güzel ağaçlar var." dedi Ayşe. Haklıydı, bol ağaçlı, havuzlu bir sitede oturuyorlardı. Öğretmen Ayşe'yi alkışlattıktan sonra bana döndü. "Sen de 'mutsuzluk' kelimesini cümle içinde kullan bakayım Mahmut." Hiç düşünmeden cevap verdim.
"Babam bana mutsuzluk aldı."
Çayı küçük tüpün üstüne koyduktan sonra ustam "günaydın" diyerek içeri girdi. Bir elinde simit poşeti diğer elinde kitaplarla birlikte. Size biraz ustamdan bahsedeyim. Usta dediğime bakmayın siz, ustalıkla alakası hiç yok. Oto tamirciliğine kırklı yaşlardan sonra başlamış. Doğal olarak da halen bir acemi oto tamircisi. Bizim dükkana bir gelen müşteri bir daha gelmez. Çünkü biz otomobilleri ya geç tamir ederiz ya da hiç tamir edemeyiz. Yani bizim dükkana müşteri yanlışlıkla gelir. O yüzden genellikle akşama kadar boş boş otururuz. Usta'nın kırklı yaşlardan öncesi ise tam bir karanlık. Sadece bildiğimiz bir şey varsa, o da Usta'nın tam bir kitap sevdalısı olmasıdır. Sürekli okur ve kitap gibi konuşur. Bizlere de kitap okutur. Ben bu konudan dolayı muzdarip değilim ama diğer çırak Recep çok şikayetçi. Dükkanda her şey kitaplar üstüne kurulu. Mesela sanayideki diğer dükkanların duvarlarında futbol takımlarının, şarkıcıların, mankenlerin posteri var. Peki bizim dükkanda kimin posteri var? Oğuz Atay'ın. Daha dükkana gelip, posteri görüp de Oğuz Atay'ı tanıyanı görmedim. Genelde yazarı Orhan Gencebay sanıyorlar. Hatta geçen gün birisi gelip Oğuz Atay posterinin altında "Batsın Bu Dünya"yı söyledi. Usta çok bozuldu tabi. "Kula kulluk edene yazıklar olsun" derken detone oldu adam. Ben gülmedim ama Recep çok güldü. Usta Recep'e ters ters baktı. Adam ustaya dönerek "Ben de çok severim Orhan Baba'yı" dedi. Ustam çay istedi. Sinirlendiği zaman kimsenin kalbini kırmamak için çay isterdi usta.
Çay hazır olduktan sonra kahvaltı yapmak için Usta, Recep ile beni yanına çağırırdı. Kahvaltıda, öğle yemeğinde ya da çay içtiğimiz zamanlarda Usta hep kitaplardan; yazarlardan ve ne anlattıklarından bize bahsederdi. Benim için sıkıntı yoktu ama Recep bu durumdan hoşlanmazdı. Usta bazen okuduğumuz kitaplardan bize sorular sorardı. Recep sorulara cevap veremediği için Usta ona çok kızardı. Recep de gizli gizli bana, " Yahu ben okusaydım burada ne işim olurdu? Türkçe öğretmenim beni bu kadar sıkmıyordu." derdi. Haklıydı. Tuhaf adamdı şu Usta. Bu sabah da Usta'nın bize anlatacakları vardı, gözlerinden belliydi. "Gece çok güzel bir kitap okudum" diyerek söze girdi. Sonra Recep'e döndü.
"Nietzsche ne demiş?"
Recep de istemsiz bir şekilde, sırf soru sormak için, "Hangi Nietzsche" diye sordu. Usta sinirlendi.
"Hangi Nietzsche mi? Ulan kaç tane Nietzsche tanıyorsun? Hangi Nietzsche'ymiş? Öteki Nietzsche, diğer Nietzsche!"
Sinirlendiği zaman çay ister demiştim ya yine çay istedi bizden. Biz de bu fırsatı değerlendirip yanından kaçtık. Hala arkamızdan söyleniyordu.
"Beni dinlemiyorlar ki. Bu ülke nasıl kurtulacak? Hep böyle gitmeyecek ama. Sizler değiseceksiniz, toplum da değişecek. Bir gün şu dükkana giren müşteriler- eliyle Oğuz Atay'ın resmini göstererek- şu şarkıcı kim diye sormayacaklar?"
Hiçbir şey demedim Recep'e, yine yapmıştı yapacağını ve Usta'yı kızdırmıştı. Şimdi Usta akşama kadar söylenecekti. Benim bir şey dememe gerek kalmadan Recep haklı çıkmak için konuştu.
"Sabaha kadar kitap okuyup, gelip akşama kadar bize anlatıyor. Banane Nietzsche'den. Biz buraya şanzıman nerede onu öğrenmeye geliyoruz. Gün sonunda ne öğrenip gidiyoruz? Oğuz Atay'ın salonunun duvar renginin mor olduğunu. Gel de bu bilgiyi arabayı tamir ederken kullan. Kalfalık sınavında bunlar çıkmıyor ki. 2 yıldır bir sınavı geçemedik. Evdekiler benim yüzümden kavga ediyor. Babam, annem gibi kalın kafalı olduğumu söylüyor, annem ise babam gibi kalın kafalı olduğumu. Her ikisinin dediği de doğruysa benim genetik olarak o sınavı geçme şansım yok."
Haklıydı Recep. Yine sustum.
"Şanzıman kelimesini cümle içinde kullan bakayım Mahmut!" dedi öğretmenim.
"Öğretmenim, lütfen. Şimdi hiç sırası değil."
Usta radyoyu açtı. Radyoda Cem Karaca'dan "Tamirci Çırağı" şarkısı çalıyordu. Bize nispet olsun diye radyonun sesini açtı.
"Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar"
Fonda şarkı, ustama baktım. Unutamadığı bir şeyleri vardı geçmişinde. Anlatmıştı bir keresinde bize. Hayatı yolundan çıkmış. O da her şeyi yoluna koymak için evlenmiş. Sonra yoluna koyduğu şeyler de yoldan çıkmış. Her şeyi tekrar yoluna koymak için ayrılmış bu kez. Bu yoluna koymalar yüzünden çok vakit kaybetmiş Usta. Hayatında yoluna koyamadığı sadece kadın ilişkileri mi bilmiyorum ama kadınlardan çok muzdaripti Ustam. "Kadınlar farklıdır" derdi. "Hep ilgi isterler." Einstein da olsan ilgi göstermeliydin kadınlara.
"Ne yapıyorsun Albert?"
"Atomu parçalıyorum aşkım."
"Benimle hiç ilgilenmiyorsun ama."
"Şurada ağız tadıyla bir atom parçalatmadınız."
"Ustam geldi, sırtıma vurdu, unut dedi romanları
İşçisin sen işçi kal giy dedi tulumları."
İşçiydim ben, babam işsizdi mesela. Bunun sıkıntısını ilkokul sıralarında çok yaşadım. O zamanki öğretmenlerin birçoğu pedagojik formasyon almadıkları için öğrencilerin babalarının mesleklerini ulu orta sorabilirlerdi. Bizim öğretmenimiz Su Ürünleri mezunu olduğu için, çocuklardan değil de balıklardan daha iyi anlıyordu mesela.
"Ayşe baban hangi mesleği yapıyor kızım?"
"Subay, öğretmenim."
"Senin babanın mesleği ne Mahmut?"
"Serbest Meslek öğretmenim." Bunu derken utanırdım genelde. Bilirdim çünkü işsizliğin diğer adı, serbest meslekti.
Şarkı devam ediyordu. Recep döndü bana. "Adama bak, şarkıyla bizden sinirini çıkarıyor!" Konu değişsin diye son yazdığım şiiri Recep'e okumak istedim. "Son yazdığım şiiri sana okuyayım mı? Adı Matematiksel Sancılar." Oku demedi ama ben yine de okumaya başladım.
Tek ile tekin toplamı,
Her zaman çift olmuyor hayatta,
Tek ve ayrı olarak yaşıyoruz,
Tek ve ayrı olarak yaşlanıyoruz.
Faydamız yok başkasına.
Hayat matematik değil mesela,
X'i ararken çoğu zaman,
Kendimizi de kaybediyoruz.
Bir bilinmeyen olup çıkıyoruz.
Hepimiz farklıyız hayatta,
Birileri havuz problemleri çözmeye çalışırken,
Birilerinin problemleri çözülmüştü doğuştan.
Havuzlu villalarda doğanların,
Umrunda değildi mesela,
Havuz da
Kaç saatte boşalttığı da.
Şimdilerde,
Bir kere birin, bir
İki kere ikinin, bir
Üç kere birin, bir
Milyon kere birin, bir olduğu
Yanlış bir çarpma dünyasında yaşıyorum.
Kendimi ne ile çarpsam
Yalnız kalıyorum.
İç acılarımın toplamı,
Senin acılarından fazla mesela.
Bana da bununla övünmek kaldı.
Şiiri bitirdim. Recep'in umrunda değildi şiir" Senin de, X'in de, matematiğin de, Usta'nın da" der gibi baktı gözlerime. Ben yine de hayal kurdum Şair Mahmut olarak.
Cem Karaca'nın şarkısı hayallerim ile birlikte sona ermişti. Şimdi radyoda Orhan Gencebay'ın "Batsın Bu Dünya"sı çalıyordu. Üçümüz de aynı anda dönüp Oğuz Atay'ın resmine baktık. Ustam seslendi uzaktan:
"Oğlum getir çayları."